Jason Miller’ın Dr. Steve Best ile yaptığı röportaj
Sonsuz kaynak savaşları, globalleşme, özelleştirme, çıkarın hayattan daha önde gelmesi, sömürü, Dünya’nın ırzına geçilmesi, çevrenin zehirlenmesi ve radyasyona tabi tutulması, servetin bir avuç azınlığın elinde toplanmasıylagiderek artan suç oranları ve bundan dolayı gereksiz yere çekilen acı, iklim değişiklikleri, türlerin yok oluşundaki korkutucu oran, petrol zirvesi, adam kayırma ve çürümenin oluşturduğu cangılda insanın elinde maket bıçağıyla zar zor yürüyebilecek hale gelmesi ve serbest pazardaki kalelerini giderek yoğunlaştıran ve sayıları artan güçlü tekeller bizlerin acıyla topladığı meyveler oluyor.
Ve Karma’nın bizimle işi bitmedi. Daha uzun süre de bitecek gibi değil. Kapitalizme olan o sonsuz, beyinsizce, yavan ve miyopik sadakatimizi sürdürdükçe, küçük bir azınlık hariç Dünya’daki herkes gereksiz yere acı çekmeye devam edecek. Eninde sonunda, sonsuz büyüme ve acımasız bir çıkar düşkünlüğü üzerine kurulu bu habis sistemimiz bizim çöküşümüze ve gezegenimizin de sonuna sebep olacak. Her ne kadar kapitalizmin büyüterek krizler haline getirdiği hastalıkların insanlığı tarih boyunca rahatsız ettiği doğru olsa da , kalplerimizde değişen oranlarda hırs, acımasızlık ve bencillik bulunduğu da bir gerçektir. Acaba ne zaman uyanıp , çoğu insanın doğalarının en çürümüş özelliklerini sürdürebilmesini garantileyen bir sosyoekonomik paradigmaya sadık oluşumuzun kitlesel bir cinayete, kitlesel bir intihara ve devasa bir çevre cinayetine sebep olduğunu ne zaman idrak edebileceğiz?

Dr. Steve Best (Cyrano’s Journal Online sitesindeki hayvan ve dünya özgürlüğü “çar”ımız) e-posta yoluyla benimle röportaj yapmayı kabul ettiğinde, sonucun kapitalizme karşı bu kadar güçlü entelektüel bir silah olacağına dair en ufak bir fikrim yoktu. Ayrıca ALF ve ELF adlı diğer iki yol arkadaşının da Best’in bilgi ve tutku derinliğinde bu röportajın parçasını olacağını bilmiyordum.
1- Hayvan Özgürlüğü hareketini savunmanıza sebep olan şey neydi?
Ne kadar “yönlendirici” olduğumu (veya”entelektüel”) olduğumu bilmiyorum-Marx’ın işçi sınıfını vücut, aydın sınıfını kafa olarak görmesi gibi- ama bu meselenin elitist tonları kafamda hemen ahenksiz sesler duymama sebep oluyor, çünkü bu, anarşizmin ve ALF’nin merkezilik karşıtı vurgusuna ters düşen bir şey. Hepsi bir yana, bu ünvanı hak edip etmediğime dikkat eden American idol’daki gibi bir profesörler ordusu da yok elimde. Üzücü ama doğru,-kesinlikle Peter Singer, Tom Regan ve Gary Francione gibi dogmatik savaş karşıtları buna dahil değil ama- başka hiçbir filozof, sağduyunun en temel düsturuna ve en temel ahlaki ilkesine-kendini savunma hakkına- sadakatini göstermek için sırça köşkünden dışarı çıkmadı (burada bizleri kendilerini savunamayan hayvanların vekilleri olarak adlandırıyorum).
Böylece, kağıt inceliğindeki o mesafeli, nesnel, bilimsel bağlılıklarını yakmış ve akademik normalizasyonun deli gömleğini yırtabilmiş kişilere sıra geldiğinde ben tek başımayım. Ya da bir iğnenin ucunda dans edebilecek bir kalabalığın arasındayım diyelim. Bazı akademisyenler hayvan ve dünya özgürlüğü konularında yazılar yazmıştır , bazıları da hayvan özgürlüğü taktiklerini içki sohbetlerinde meze niyetine kullanmıştır, ama çok azı hayvan özgürlüğü akademisyenliğinden halkın önünde açık yandaşlığa geçmiştir ki bence bu hayati öneme sahip bir şey. Ve elbette burada sözünü ettiğim yandaşlık şirket/türcü kanunlarını hor gören ,ve Şeytan’ın aklına gelebilecek en adi şerefsizlerin tutsak ettiği hayvanları kurtarmak için gereken neyse onu yapmayı, suç sayılabilecek eylemleri ve sabotaj taktiklerini savunacak türden bir yandaşlık. Elbette ALF ,geceleri bir alev bombasıyla süslerken, dirikesimci tek bir kişinin bile saçının teline zarar gelmesine engel olacak, bu da onların şiddet karşıtlığı ilkelerine uyan bir şey. Ama barış yanlıları şirket – devlet kompleksinin türcü ve baskıcı söylemlerini tekrar edip duruyor, hayvanların özgürleşmesi için çoğu kez elzem olan sert taktikleri “terörist” ve “şiddet” diyerek şeytani bir hale sokuyor. Ama bu aldatıcı klişeleri söyler söylemez de ikiyüzlüğün ve tutarsızlığın bataklığına gömülüyorlar. Çünkü her okul çocuğu bilir ki bazen sabotaj ve hatta “şiddet” kötülüğü sona erdirmek için gereklidir.

Gerçeklerle yüzleşelim: akademisyenler kendi çıkarlarına düşkün bir avuç narsist, tartışmalardan uzak durmaya çalışan ve hastalıklı bir biçimde yöneticilere ve bürokratlara yalakalık yapan karaktersiz dalkavuklardır. Öncelikle imtiyazlarını kazanmak için sessizliğe ve konformizme gömülürler ki bu, put kırıcıları, konformizm karşıtlarını, radikal ve tartışılan fikirlerin savunucularını etkisizleştiren oldukça politik bir süreçtir. 5 yıllık boyun eğmişlik ve uysallıktan sonra kazandıkları yeni imtiyazlarıyla profesörler teorik olarak kendi fikirlerini özgürce ifade etme hakkına sahiptirler, ancak o ana dek gereğince şartlandırılmışlardır, yapacakları konuşmalara göre daima ileride yeni ödüller ve cezalar söz konusudur. Bu lüzumsuz gaz maskeleri ve oksijen hırsızları Dr. Martin Luther King’in insanın tüylerini diken diken eden şu sözlerini her gün çalışmaya başlasalar ( ki o bırakın işini kaybetmeyi, hayatını kaybetmekten bile korkmadı) belki kaybettikleri saygınlığı geri kazanabilirler:
“Korkaklık şu soruyu sorar: Güvenli mi? Menfaat şu soruyu sorar: Politik mi? Kibir şu soruyu sorar: Popüler mi? Ama vicdan şu soruyu sorar: Haklı mı? Öyle bir an gelir ki insan emniyetli, politik ve popüler olup olmadığına değil, ama sadece haklı ve doğru olup olmadığına bakarak bir tavır alır”.
Bunu söyledikten sonra, akademisyenlerin her tür özgürlük hareketi adına konuştuğunu söylemek lazım, çünkü toplum onlara mor saçlı veya burnu küpeli anarşist gençlere oranla belli bir derece de olsa saygınlık atfediyor. Böylece akademisyenler ALF ve genel olarak radikal hareketlerin meşruluk kazanmasında önemli bir rol oynarlar ve bu, bir olgunlaşma ve gelişme işaretidir. Dahası, kronikleşmiş ve aşırı ezoterik , anlamsız teori saçmalıkları arasında dejenere olmaktansa, akademisyenler analitik yeteneklerini radikal meselelerle , günün acil, anlamlı meseleleriyle ilgili konuşmak ve yazmak için kullanabilirler. Gözlerini göklerden aşağıya çevirmeliler; çünkü burası cehennemin ta kendisi. Bir beyinin boşa harcanması korkunç bir şey.
Her önemli özgürlük hareketinin tarihçileri, yorumcuları, akademisyenleri ve temsilcileri olmuştur. Artık bu insanların dünya ve hayvan özgürlüğü için de konuşmalarının vakti geldi. Bu, 7 yıl önce (Tony Nocella ile beraber) The Institute for Critical Animal Studies (Eleştirel Hayvan Etüdleri Kurumu-ICAS)’nu kurmamdaki ana sebepti. ICAS hayvan özgürlüğünün ve hayvan özgürlüğünün çevreci ve sosyal adalet mücadeleleriyle alakasının pratikleri ve ilkeleri üzerine felsefi diyaloglar, araştırmalar yapmaya adanmış tek ve yegane akademik merkez. Böylece biz “total” bir özgürlükten (insanların, hayvanların ve dünyanın özgürlüğünden) söz ediyoruz; çünkü hepsi birbiriyle alakalı. Merkez, online bir dergi ; araştırma veritabanları, konferanslar ve sözcü bürosu aracılığıyla bu bütüncül özgürlük meseleleri üzerine felsefi tartışmalar yapılmasını destekliyor.
Diğer akademisyenler ve hayvan etüdleri bölümlerinin tamamı doğrudan eylem, sabotaj, devrimci değişim ve radikal ittifak gibi konulardan uzak durup bu konuları sansürlerken, bu konular dergimiz The Journal for Critical Animal Studies ‘in (http://www.criticalanimalstudies.orf/JCAS/index.htm) olmazsa olmazıdır. Bizler gururla ve memnuniyetle radikal kuramlar ve politikalar için uzmanlarca gözetilen, özellikle de hayvan özgürlüğünün ve etik veganizmin(hiçbir hayvan ürünü kullanmayan kişier vegan oluyor) diğer özgürlük projeleri için merkeziliğini anlatan bir forum da sağlıyoruz burada.
2- “Hayvanlar konusunda bilinçli olma” konusuna gelirsek, bu konuda birdenbire bir aydınlanma anı mı yaşadınız, yavaş yavaş mı gelişti, yoksa başka bir şekilde mi meydana geldi?
Hayır, patlamalar ve sıçramalarla oldu, ağır ağır olmadı. Entelektüel ve politik gelişimim boyunca birkaç aydınlanma anı yaşadım. İlk an, beni veganizme ve nihayetinde hayvanlar konusunda bilinçli olmaya iten ilk an, şudur: 25 sene önce Chicago’da White Castle fast food kafesinde oturuyordum , ve double cheeseburgerimi ısırıyordum. Genellikle tekli cheeseburger yediğimden, bu double çok fazla geldi, taşıyordu, her yerinden öyle iğrençlik ve kan akıyordu ki midem bulandı. Bu etobur hayatımda ilk kez ellerimdeki bu bulamaçla bir hayvanın kemikleri, kasları, dokuları, tendonları, kanı ve hayatı arasında sağlam bir bağ kurdum. Vejetaryen meseleleriyle ilgili hiçbir bilgim olmaksızın- hiçbir kitap, video, insan vs- cheeseburgeri tiksinerek fırlattım. İki ay boyunca bir boşlukta gezindim, ne yiyeceğimi bilemedim, ama sonunda bazı vejetaryenlerle tanıştım , onlar yaşadığım bu olay için beni desteklediler ve doğru yöne yönlendirdiler.
1980lerde daha yola yeni çıkmış bir vejetaryen olarak, aynı zamanda Orta Amerika ve Güney Afrika özgürlük meseleleriyle doğrudan bağlantılı bir insan hakları eylemcisi de oluyordum. Et ve diyet ürünlerin sağlığa etkisi ile ilgili tetikte olsam da, hala insanların hayvanları hangi barbar şekillerde sömürdüğüne dair tek bir fikrim yoktu. Cuntaların, ölüm mangalarının, soykırımın, faşizmin ve emperyalizmin kötülüklerini araştırırken bile insanlar ve dünyaya bakışım hala toz pembeydi. Bu da 1987 yılında Peter Singer’ın kitabı Hayvan Özgürlüğü’nü okuduğumda, ikinci bir aydınlanma anı ile değişti. Bir çok insan için olduğu gibi, bu kitap benim hayatımı bir anda değiştirdi. Hayvan çiftliklerinde, mezbahalarda, dirikesim (deney için hayvan kesme) laboratuarlarında ve diğer insan yapımı cehennem hücrelerinde insanların hayvanları nasıl sömürdüğünü öğrenince yaşadığım duygusal stresten dolayı hastalandım.
Şoku atlattıktan sonra, bambaşka birisi oldum. Hayvanların ağrı, acı çekme ve ölüm anında nitelik ve nicelik olarak daha fazlasını yaşadığını idrak ettiğimde, insan hakları eylemciliğinden hayvan hakları eylemciliğine kaydım. İnsanların çoğunun en azından bazı hakları varken hayvanların en temel hayat hakkına ve vücut bütünlüğüne dahi hakkı yoktu. Et üretiminin dünyadaki açlığa ve çevreye olan etkisini incelediğimde hayvanlara yardım ederek ayrıca insanlara da mümkün olan en etkili şekilde yardım edebileceğimi anladım. Üçüncü bir aydınlanma anında hayvan haklarının en bütüncül, eksiksiz ve radikal eylemcilik biçimi olduğunu gördüm.
Sabotaj gibi militan taktiklerin haklılığı ve gerekliliği konusunda da dördüncü bir aydınlanma anı yaşadığını söylemem lazım, ve bu hem taktik hem de felsefi manada zihnimi tamamen açtı, öyle ki artık ALF taktiklerini “şiddet yanlısı”, “terörist” veya ahlaken gayri meşru bulan her hayvan hakları savunucusuyla bile tutarlı ve mantıklı şekilde düşünüp tartışmaya başlayabilirdim. Bu, 1990ların sonuna doğru oldu, Tony ile beraber hazırladığım (Terrorists or Freedom Fighters- Reflections on the Liberation of Animals-Terörist mi Özgürlük Savaşçısı mı? Hayvanların Özgürlüğü Üzerine Düşünceler (Lantern Books, 2001) bir kitabın araştırma süreci içerisinde. Kaçınılmaz olarak kendimi nötr bir konumdayken ALF felsefesi ve taktiklerine uyan bir tavır içerisinde buldum. Savunması mantıken doğru geliyordu, her ne kadar karşı çıkanların fikirlerini detaylarıyla bilsem de (kitabın giriş bölümünde de bunu ortaya koymuştum) , mesele artık sadece bu konuda razı olma ve inançlarımın talep ettiği cesareti gösterme meselesi olmuştu.

3- Animal Liberation Front-Hayvan Özgürlüğü Cephesi (ALF) ile alakalı pek bir şey bilmeyen ve türcülüğe karşı verilen mücadeleden bihaber okuyucular için bize bilgi verir misiniz?
ALF , 1970lerde İngiltere’de av sabotajı hareketinden doğdu. Eylemciler avlara müdahale etme tarzındaki yasal taktiklerden , saldırılara uğraya uğraya, hapse atıldıkça ve daha etkili taktiklere gerek duyunca, sabotaj biçimindeki yasa dışı taktiklere döndüler. Band of Mercy adındaki bir av sabotajı grubu dirikesim gibi sömürü endüstrilerini hedef almaya , mülklere zarar vermek için kundakçılığa yöneldi. Liderlerden ikisi 1974’te tutuklandı ve bir yıl sonra serbest bırakıldılar. Biri muhbir oldu , hareketi terk etti, diğer lider Ronnie Lee kanaatlerini derinleştirdi ve doğrudan eylem mücadelesini tamamen değiştirecek yeni bir ultra-militan grup kurdu, adını da Hayvan Özgürlüğü Cephesi(ALF) koydu. ALF 1980lerde ABD’ye göç etti . Şimdi artık Rusya ve Meksika da dahil otuzdan fazla ülkede etkin olan uluslararası bir harekettir.
ALF gevşek bir biçimde grup grup insanlarla bağlantı halindedir, bu insanlar yeraltına inip hayvanların lehine yasaları çiğnerler; gündüzden çok gecenin karanlığında çalışırlar. Araştırma laboratuarı denerek esas yapıları gizlenen hapisane ünitelerine girerler , hayvanları kurtarırlar , ayrıca hayvanlara daha fazla zarar verilmesin ve sömürü endüstrileri ekonomik manada zayıflasın diye mülklerine zarar verirler.
Resmi AFL kuralları şunlardır:1) hayvanları bütün sömürü ortamlarından kurtarmak; 2) hayvan sömürüsünden kar elde eden endüstrilere ekonomik zarar vermek; 3) kapalı kapılar ardında hayvanlara uygulanan canavarlıkların ve zulmün açığa çıkarılmasını sağlamak; 4) insanlara veya hayvanlara zarar vermemek için gereken bütün önlemleri almak. Bu kuralları uygulayan herkes –hele de vegansa- ALF üyesidir.
ALF’deki kadın ve erkekler Nazi Almanya’sında savaş tutuklularını ve soykırım kurbanlarını serbest bırakan; Nazilerin kurbanlarına işkence etmek ve onları öldürmek için kullandığı silahları, tren yollarını, gaz fırınlarını yok eden özgürlük savaşçılarını kendilerine model olarak alırlar. Diğer benzetmeler Apartheid hareketiyle yapılabilir, bu hareket Nelson Mandela tarfından yürütülmüştü, Mandela Güney Afrika’da özgürlük için şiddet kullanmış , şiddet kullanmayı desteklemişti. Bir diğer örnek de şu anda İsraillilere karşı koyan Filistin mücadelesidir.
Benzer şekilde özgür bıraktıkları hayvanlara veteriner bakımı ve yuva sağladıkları göz önüne alındığında, bir başka benzetme de ABD’deki Underground Railroad hareketi ile yapılabilir .Bu hareket 1800lerde kaçan kölelerin özgür eyaletlere ve Kanada’ya ulaşmalarına yardım etmişti. Şirket toplumu, devlet ve medya özgürlükçüleri terörist diye damgalaya dursun, ALF geçen iki yüzyılın önemli özgürlük savaşçıları ile ortak özellikler taşımaktadır . Hayata yönelik şiddeti, kan dökülmesini sona erdirme anlamında , diğer türler için de adaleti sağlamak anlamında çağdaş barış ve adalet hareketlerine de paralellikler göstermektedir.
Hayvanların temel hakları olduğu kabulüyle hayvan özgürlükçüleri bilim adamlarının ve endüstrilerin hayvanları mülk edinmesi fikrini reddederler. Basitçe söylemek gerekirse, hayvanlar hayat, özgürlük, ve mutlu olma haklarına sahiptir , bu haklar onların derilerine kelimenin gerçek anlamıyla dağlanan mülk statüleri gerçeği ile çelişki oluşturmaktadır. Hayvan” araştırma”ları insanlara birşekilde yardımcı olsa da , ki bu konuda ciddi şüpheler de bulunmaktadır, bunun meşruluğu bu araştırmaların yetişkin olmayan insanlara uygulanarak elde edilmesi karşısında elde edilecek verilerden farklı olmayacaktır; çünkü bir hayvanın hakkı insanların çıkarı söz konusu olduğunda gölgede kalmaktadır.
İnsan çıkarlarının hayvan çıkarlarından önde olması türcülüktür, bu önyargılı ve ayrımcı bir inanç sistemi olup etik manada hatalı ve felsefi olarak da en az cinsiyetçilik ya da ırkçılık kadar temelsizdir; ama sonuç itibariyle daha etkili ve daha öldürücüdür. Bu yüzden ALF hayvanların laboratuarlardan veya kürk çiftliklerinden kurtarılmasını savunur , hayvan sömürücülerin mülküne zarar verildiğinde yapılan şeyin yanlış kullanılan bir şeyin doğru kullanılmasını sağlamak olduğunu öne sürer.
ALF şirket-devlet kompleksinin çıkarları için insanların kurduğu hukuk sisteminden daha yüce bir kanun olduğuna, bunun ahlaki bir yasa olduğuna ve bu yasanın ABDnin çürümüş ve önyargılı iddialarını aştığına inanır. Yasa yanlış olduğunda, doğru olan şey onu çiğnemektir. Tarihte ahlaki gelişmeler genelde böyle sağlanmıştır, Amerikan kölecilik sisteminin ortadan kaldırılmasından Alabama’daki “sadece beyazlar girebilir” yazılı cafelere Hitler’in anti-semitizmi böyle yok edilmiştir.

4- ALF ile bağlantınız ya da ilişkiniz nedir?
Söyleseydim sizi öldürmek zorunda kalırdım! Aslında ben insanların eskiden Komünizm sempatizanı diye adlandırdıkları bir kişiyim – ALF’nin bir yol arkadaşıyım. Açıkçası, bütün çalışmalarım görünür, halka açık ve günışığında; bir ALF üyesi değilim. Ben her türlü özgürlük ve adalet hareketini destekleyen , onlar hakkında yazılar yazan bir felsefe profesörüyüm.
Ancak yeraltıyla bağlantımın olmadığını söylemek ya da geceleri başıma maskemi geçirmediğimi söylemek şerefsizlerin insanı küçük düşürü suçlamalar yapmasına engel olmuyor. Mesela David Martosko çok güzel bir örnek-kendisi Tüketici Özgürlüğü Merkezi’nde (CCF) “araştırma direktörü”. CCF Washington temelli bir şirket grubu ve amaçları gıda, alkollü içki ve tütün endüstrisini, aklınıza gelebilecek her türlü tüzükten korumak. 2004’te bu McCarhy’yi anımsatan şirket pezevengi Çevre ve Bayındırlık İşleri Komitesi önüne çıktı. Bu komite de çağdaş bir Amerikan Karşıtları Komitesi örneğiydi. Senatör Joseph Mc Carthy yerine Senatör James Inhofe vardı. Inhofe hayatında sevmediği tek bir şirket üçkağıtçısı olmayan , küresel ısınmanın bir “mit” ve bir “hile” olduğunu söyleyecek denli açık bir ultra sağcı fanatiktir.
Martosko kendinden emin bir şekilde arkadaşları ve destekçileri arasında gürlüyordu. Elinde hiçbir kanıt olmamasına rağmen ve aşağılık yalanlar kustuğunu bile bile ve benim için bir cadı avı başlatmaya gönülden iman etmiş şekilde C-Span Tv’de canlı yayında, Kongre üyeleri önünde, FBI Başkanının önünde ve en başarılı hukuk firmalarının önünde mümkün olan en debdebeli şekilde ağır ve çok ciddi bir sesle şöyle söylüyordu: “Dr. Best , ALF’nin kurumsal açılardan merkez üssüdür.Dr. Best kısmen onların ponpon liderleridir, kısmen de neferleridir. Sınıfını özgürce kullanır ve ergenlere ALF’nin doktrinlerini aşılarken bir yandan da ALF ve ELF’yi sürekli över. O okyanusa dökülen bir terörizm kanalıdır”. ALF’deki sözde etkimle ilgili olarak Inhofe tarafından sorular sorulduğunda Martosko- anında işi bitiren bir satış elemanıymışım gibi hayali imgeler kurarak- ukalaca şöyle cevap verdi: “ satış işini o halleder, mührü de o vurur”.” Suç teşkil eden eylemleri destekleyip desteklemediğim” sorulduğunda Martosko cevap vermeden önce sesini alçaltarak , “bu bir gerçek “ dedi. Benim bir “terörist sözcüsü” olduğumu ve özgürlük hareketi militanı olarak fakültemdeki konumumu kullanarak öğrencilerimi eğittiğimi, bu konuda “şiddet yanlısı aşırı tiplere” entelektüel bir meşruluk sağladığım iddiasıyla eleştirdi.
Açıkçası, Herr Martosko, Her Inhofe, ve diğer Yeşil Korku zulmünün Kahverengi Gömlekli ajanları, şunu açıklığa kavuşturalım: ben ALF’ye sözlerimle destek veriyorum asla eylemlerimle değil. Hayvan hakları konusunda sadece yasal yollar üzerinden çalışmalar yapıyorum, asla yasa dışı yollar kullanmıyorum; ve gizl gizli yer altı hareketlerinde yer almıyorum, çalışmalarım tamamen yerüstünde ! ALF’nin üyesi değilim ve ne onlardan birisini tanırım ne de onlardan birisiyle bir bağlantım var. ALF’yle olan sempatizan bağlantım tamamen ikincil bir öneme sahip ve asla sizin dediğiniz gibi “merkez üssü “ gibi bir mana taşıyamaz ki bu da merkeziliği dışlayan bir hareket için kullanılacak herhalde en saçma kelime olsa gerek.ALF’nin haklıve cesur eylemleri destekleyip bu konuda yazılar yazsam da öğrencilerimi asla onlara katılmaları konusunda yönlendirmedim, yahu bırakın gizli bir örgüte katılmayı öğrencilerimi vegan yemeğine katılmaya dahi ikna etmek zor!

5- Şahsen, ALF gibi grupların eylemlerini destekliyorum. Alenen belli olan bir şeyi sorduğum için beni bağışlayın ama onların çabalarıyla ilgili görüşünüz nedir?
ALF’ye destek veriyorum çünkü tarihlerini , argümanlarını ve sonuçlarını ciddi ciddi inceledikten sonra anladım onların eylemleri etkili, gerekli ve adil. Hükümetler, hayvanları sömüren endüstriler ve medyanın çoğu ALF’yi şiddet yanlısı teröristler olarak lanse ediyor ; ama bence onlar hem özgürlük savaşçısı hem de karşı-teröristler. ALF saldırıya uğrayan masum canları savunan ve haklı bir sebep olmaksızın hayvanlara işkence edip onları öldürenlerle savaşan yeni bir adalet hareketidir.
Kitli binalara girmek, kürk dükkanlarının camlarını kırmak, teslimat kamyonlarını yakmak- hepsi bir çeşit Vandalizm ya da hatta terörizm gibi görünüyor; ama ben ALF eylemlerinin 1)hayvanların başına gelenler yanlış olduğu için , 2) bunları yasal olarak engellemenin hayvanlara mülkleri gibi davranan endüstriler ve çürümüş hükümetler tarafından engellenmesi sebebiyle meşru olduğunu düşünüyorum.
Hiçbir kapının, marjın, kanunun , hükümetin ve polisin hayvanlarla onların özgürlükleri arasında durmaması gerektiğine inanıyorum. Keşke hayvan özgürlüğü sağlamak için var olan yasal yollar onları kendilerini ezenlerden kurtarmaya yetseydi ama ne yazık ki durum böyle değil. Hükümetler korkunç bir şekilde çürümüşler, ayrıca türcülük yapıyorlar ve şirket efendilerine hizmet ediyorlar. Hayvanlar şirketler açısından özgür bırakılması düşünülemeyecek denli önemli bir kaynaktır ve de mülktür. Bu yüzden hayvan özgürlüğü hareketi, hayvanları kurtarmak için baskınlar düzenlemek ya da bu zulmü uygulayanları yok etmek, zayıflatmak ve güçten düşürmek için mülklerin zarara uğratılması gibi militan taktikler gerektirmektedir.
Hayvanların sömürülmesi o kadar aşırı bir boyutta ki bazı insanlar bu sorunun varlığını göstermek için aşırı önlemler almak zorunda kaldı ne yazık ki. Ahlaki eleştirilerimizi ALF’nin varolma sebeplerine yöneltmeliyiz, yoksa ALF’nin bu sebeplere verdiği cevaplara değil.
Eğer ALF’yi desteklemiyorsanız, bir tarih dersine ve mantıkiki tutarlılık testine ihtiyacınız var demektir. Şirket-devlet-medya kompleksinin yalanlarına , bir çok hayvan hakları savunucusunun cehaletine rağmen, ALF’nin El Kaide ile, SS ile, veya Bush yönetimi sırayı devralan dek Iraklıları helak eden Cunhuriyet Muhafızları ile bir alakası yoktur. ALF, çağdaş barış ve adalet hareketleri, anti-Nazi direnişi ve Underground Railroad hareketlerinin hayvan hakları versiyonudur. Underground Railroad hareketi gibi, ALF sömürülen hayvan köleleri kurtarmak ve onları sıcak yuvalara kavuşturmak için yasaları çiğner. Anti- Nazi direnişi gibi ALF, zulmedenlerin mülkünü , bu şiddet veya ölüm araçlarını kırıp döker , bu ölüm makinelerini ya yavaşlatır ya da tamamen durdurur.
Nazilerle savaşan bazı cesur savaşçıların tersine ALF hiçbir hayvan sömürücüsüne fiziksel şiddet uygulamamıştır. Ve insan hakları, adalet ve barış için mücadele eden bütün çağdaş hareketler gibi ALF, özgürlükleri için tamamen insanlara bağımlı olan ve en savunmasız kurbanlar olan hayvanlar için bu değerleri korumaya almaya yardım eder.
ALF, Quakerları, Henry David Thoreau’yu, Harriet Tubman’ı, Suffajeleri, Mohandas Ghandi’yi ve Dr. Martin Luther King’i de içine alan uzun ve asil bir doğrudan eylem ve sivil itaatsizlik geleneğinin bir parçasıdır. Boston Tea Party’den Seattle Mücadelesine, insanlar özgürlük, adalet, ve demokrasi ideallerini gerçekleştirmek için yasaları çiğneyip mülke zarar vermek zorunda olduklarını anladıklarında AFL ile aralarında paralellikler kurabilirler.
Bazıları mülke zarar verilmesini şiddet olarak nitelerken, ALF doğru bir şekilde kendini şiddeti savunmayan bir hareket olarak tanımlıyor- bu rezil şiddeti önlemek için hayvanları sömürenlere değil, ama onların mülklerine zarar veren ve kurtarılan hayvanlar için huzur ortamları yaratan, hayvanları kanlı ellerden kurtaran bir hareket olarak tanımlıyor. Günümüzün hastalıklı kapitalist dünyasında çıkarlar hayatın kendisinden daha değerli kabul ediliyor ve böyle bir dünyada ALF’yi, bu terörizm karşıtlarını, ülke içi terörist listesinde bir numarada görmek tabii mantıklı . Gerçek teröristler ülkenin en yüksek politik konumlarını , şirketlerin süitlerini işgal edenlerdir. Takım elbiseler giyerler onlar, miğfer giymezler; tüfek ve bombalarla değil; para ve bankalarla terör yaratırlar. Onların eylemleri yasaldır, ama bu size hukuk skandalı ilgili ne anlatıyor?
Doğrudan eylemin, sivil itaatsizliğin, sabotajın ve silahlı direnişin savunulması, yasal ve etik olan nedir, Hukuk ve Doğru nedir soruları arasındaki ayrımda ortaya koyuyor kendisini. Kanunların etik ve adalet kanunlarını çiğnediği örnekler vardır: Nazi Almanya’sı, ABD köleliği ve Güney Afrika ırkçılığı. Böylesi durumlarda yasaları çiğnemek meşru olmakla kalmaz , bunu yapmak zorunludur da. Dr. Martin Luther King’in sözleriyle söylersek: “Kötülükle iş birliği yapmamanın iyilikle işbirliği yapmak kadar ahlaki bir zorunluluk olduğuna inanıyorum artık”.
Etik ve adaletin gerçek güçleri; Yahudi Direnişi, Harriet Tubman, Underground Railroad, Gandhi ve Kızılderili özgürlük hareketi, Sufrajeler, Rosa Parks, Martin Luther King ve sivil haklar hareketi, Nelson Mandela ve Afrika Ulusal Kongresi(ANC) gibi örnekleri içerir. Onların hepsi de düşmanın mülkünü yok etmiş, veya şiddet kullanmıştır; dövülmüş, hapse atılmış, aşırı uçlarda olmakla veya terörist olmakla suçlanmışlardır.
Ama eylemlerinin yanlış olduğunu kim söyleyebilir ki? Bugün bizler Nelson Mandela’yı göklere çıkarıyoruz, ona bir kahraman gözüyle bakıyoruz; ama hem O hem de Afrika Ulusal Kongresi (ANC) özgürlüklerini kazanmak için şiddet kullandı. İnsanlar İngiltere ve ABD’de çok beğenilen Sufrajelerin kadınların özgürlüğünü kazanmak için kundaklama ve bombalamalar yaptığını unutmuşa benziyor. Sosyal değişiklik talebi olan hiçbir hareket ,sivil itaatsizlik veya radikal bir tavır olmaksızın, mülkler zarara uğratılmadan veya yok edilmeden, ve hatta şiddet olmaksızın başarılı olamamıştır-o halde söz konusu hayvan hakları mücadelesi olduğunda neden farklı bir şey olmasını bekliyoruz?
Doğrudan eylem, sivil itaatsizlik ve sabotaj muhalifleri (genellikle statükodan kazanılmış hakları olanlar) yasa dışı eylemlerin hukuk sistemine zarar verdiğini ve bilinçlice yasa çiğnemenin, bu “ suç” eylemlerinin toplumsal düzeni bozduğunu düşünürler. Tabii bu bakış açısı başka şeylerin yanı sıra, söz konusu sistemin meşru olduğunu ve değiştirilemeyeceğini sorgu sual etmeden kabul eder. Ayrıca doğrudan eylemcileri yasalara saygısız kişiler olarak kabul ederler; oysa bu kişilerin hukuk ruhuna ve onun adaletle olan bağına saygısı, politik düzeni fetişleştirenlere kıyasla daha fazladır. Doğrudan eylemi savunanlar yasal düzene sorgusuz sualsiz bağlılığı reddederler. Karl Marx’tan şu sözünü hatırlayabiliriz; yasalar insanların afyounudur, yasalara ve sosyal kurallara bu körü körüne bağlılık milyonlarca Alman yahudisinin neredeyse hiçbir direniş göstermeden ölümüne sebep olmuştur. Hukuki sistem genellikle muhalefeti sindirerek insanların paralize olmasına sebep olur.
Hayvanları sömüren endüstrilerin, devletin ve medyanın suçlamalarına rağmen, ALF terörist bir organizasyon değildir; tam tersine onlar terörizm karşıtı bir gruptur ve özgürlük savaşçısı denilen insanların en yeni biçimidirler. Günümüz dünyasında gerçek teröristler vardır ama ALF onlardan değildir. En tehlikeli ve en şiddet yanlısı suçlular ABD şirketlerinin ve devletinin devlet dairelerinde bulunuyor; insanların, hayvanların katledilmesinin ve bu gezegenin uğradığı tecavüzün sorumluları da onlar.
6- Son duyduğuma göre El Paso, Texas Üniversitesi Felfese Departmanı Başkanlığı görevinizi radikal eylemciliğiniz dolayısıyla kaybetmişsiniz. BU üniversiteyle bugünkü durumunuz nedir?
Mümkün olan en hafifletilmiş şekliyle söylemem gerekirse durum aynen şudur: “söylenecek hiç bir şey yok”. Görülebilir ve tartışmaya açık profilim düşünülecek olursa benim “meslektaşlarım”- ki bu kelime çok cömert bir kavram açıkçası- kendilerinin de bir “Ward Churchill problemi” yaşayacaklarını düşündüler, böylesi ilkeli bir profesör üniversiteye istenmeyen ölçüde sıkıntı yaşatacaktı. Eylemlerimi küçümsüyorlardı ve meslektaşlarına da kızgındılar. Makyavelist bir acımasızlıkla planlı programlı bir biçimde beni bir departman toplantısında pusuya düşürdüler; korkutucu birlikteliklerinde ve komplocu kafa yapılarıyla ve bir sürü yalanı da beraberlerinde sürükleyerek beni marjinalliğin zindanına fırlattılar. Komploları yönetimden tam destek aldığı için- ki yönetim bu duruma “Başkanlık pozisyonunda normal bir rotasyon” gözüyle baktığını açıkladı- yapabileceğim hiç bi şey yoktu, kampüsteki tek bir fakülte üyesinden tek bir söz çıkmadı protesto namına. Böylece sıradanlıkları ve ölü teorileri arasında zaferlerinin tadını çıkardılar. Ama biraz çabuk sevinmiş oldular; çünkü haberler internette ve gazetelerde hızla yayıldı hatta Yüksek Öğrenim Dergisi’nin (CHE) bile ön sayfasına çıktı. Böylece herkes makamımdan zerre kadar ahlaki değerleri olmayan bir avuç iktidar düşkünü beyinsiz tarafından alındığımı öğrenmiş oldu. Tabii yasal konum itibariyle üniversite beni kovamadı ama anladığım kadarıyla planın ikinci aşaması da uygulanmak üzere.
“Yüksek öğrenim” ile ilgili romantik fikirleri olanlar için şunu söylemeliyim ki burada alınacak en az 2 ders bulunuyor: 1) tıpkı toplum gibi, akademide de “ifade özgürlüğü” diye bir şey yok, radikal politik fikirleri olan profesörler (özellikle de hala açık forumlarda ve aktivitelerde yer alanlar) öyle ya da böyle yaptıklarının, söylediklerinin cevabını uygun bir dille alıyorlar; 2) “yüksek öğrenim” ile yüksek ilkeler arasında da hiçbir bağlantı yok; aslında, tersine bir bağlantı var gibi görünüyor, çünkü en kaba, en egomanyak ve en narsist şerefsizlerin adlarının yanında PhD ünvanı bulunuyor!
Ancak bu menfur olayla ilgili ilginç ve şaşırtıcı bir dipnot da var. Texas Üniversitesi’nin Vikipedia sayfasında üniversiteyle ilgili iki “dikkate değer “ isimden söz ediliyor; bunlardan biri Urbici Soler y Manonelles, ünlü İspanyol heykeltıraş ve diğeri de “ felsefe profesörü ve Kuzey Amerikan Hayvan Özgürlüğü Basını kurucusu Steve Best”. Yemin ederim benim bununla hiç bir alakam yok; ama vallahi bu haylazlığı kim yaptıysa önünde saygıyla eğiliyorum.

7- 2005’te bir hayvan hakları konferansına katılmak için gittiğiniz İngiltere’ye girişiniz yasaklanmış. Bunun sebebi neydi ve hala bu yasak devam ediyor mu?
7 Temmuz 2005, yani 7/7 diye bilinen bombalamalardan sonra İçişleri Bakanlığı Sekreteri Charles Clarke uğursuzca “oyunun kurallarının değiştiğini” söyledi. İçişleri Bakanlığı “kabul edilemeyecek konuşma kuralları”nı yayımladı ve bu kuralların “şiddet” ve “terörizm”i açıkça savunan, haklı çıkaran, bu konuda açıkça eylem yapan ve İngiltereli olmayan kişilere uygulanacağını belirtti. 7/7 sonrası yeni kurallar ve yasalar İngiliz Hükümeti’ne “terörizm”i destekleyen insanları 6 yıla dek hapise atma hakkı (ki benim İngiltere’de hapislerde çürüyen hayvan hakları eylemcisi arkadaşlarım var) ve benim gibi, vatandaşları olmayan kişilere de “kabul edilemez konuşmalar” yapma yasağı getiriyor-ister bir web sitesinde, ister bir basılı eserde veya isterse bir derste olsun.
2005 yılı Ağustos ayında, İçişleri Bakanlığı’ndan bir mektup daha aldım (bir yıl önce de bir uyarı mektubu almıştım), mektupta ALF’yi, şiddet yanlısı eylemleri ve terörizmi desteklediğim suçlamasıyla “ kamu düzeni”ne bir tehdit olarak kabul edildiğim ve bu yüzden de İngiltere’ye girişimin yasaklandığı belirtiliyordu. Alınan karar kitaplarımda ve yazılarımdaki tartışmaya açık fikirlerime dayanıyordu. O sene yaz başlarında Oxford’daki bir konferansta zamanla hayvan hakları hareketinin “ dirikesimi yok edeceğini” söylemiştim, bu da zararsız bir metafordu. Bence oldukça zararsız bir metafordu ; ama onların paranoyak ve zalim kafalarına göre ciddi bir cinayet tehdidiydi bu.
Böylece İçişleri Bakanlığı’nın “kabul edilemez demeç kuralları” “Batı’ya ölüm!!” diye Londra sokaklarında bağıra bağıra koşan Müslüman din adamına değil de batı Teksas’ta bir çölde yaşayan bir felsefe profesörüne uygulanıyordu ilk olarak. İçişleri Bakanlığı Yusuf el Karadavi’ye ülkeye giriş izni tanımıştı, bu Müslüman din adamı intihar bombalarını savunan birisiydi. Hatta zalim Şili diktatörü August Pinochet’ye de barınma sağlanmıştı. Ama gel gör ki sıra bana gelince Jerry Vlasak, Pam Ferdin ve Rod Coronado gibi hayvan özgürlükçüleriyle beraber bu ülkenin topraklarına adım atmam yasaklanıyordu.
Cevaben yazdığım mektupta, gururla bütün türlerin adalete ve haklara sahip olması fikrini desteklediğimi söyledim, ALF’ye verdiğim desteğimi de yineledim. ALF’nin şiddet karşıtı bir organizasyon olduğunu ve hayvanlara uygulanan gerçek şiddetin ve terörizmin de sömürücü endüstriler ve onları destekleyen devletlerden kaynaklandığını söyledim. ALF’ye verdiğim “entelektüel destek” doğru, ama istendik ve istenmedik sonuçlar düşünüldüğünde bütün demokratik anayasalar ve insan hakları beyannamesi de, J.S.Mill, Mohandas Ghandi, Dr. Martin Luther King Jr ve adalet ve haklar konusunu savunan herkes de böyle yapmakta zaten.
İngiltere en kaba biçimlerde ihanete uğramış bir demokrasi tarihine sahiptir. Diggers’lardan Süfrajelere, hayvan özgürlüğü hareketine, İngiltere’deki mücadeleler demokrasiye, hakların, türümüzün bir bütün olarak ahlaki anlamda gelişmesine katkıda bulunmuştur. Hükümete yaptığı eleştiriler sonucu ikinci kez Bastille’de hapse atılan Voltaire 1726 -1729 yılları arasında İngiltere’ye sığınmıştı. Daha sonra da İngiltere’nin Fransa’ya oranla ne kadar özgür, liberal ve gelişmiş bir ülke olduğundan bahsetmiştir. 1840larda Karl Marx ifade özgürlüğü, işçilerin demokrasi hakları ve gerçekten de global bir devrim ile ilgili fikirleri dolayısıyla bir çok Avrupa ülkesinden kovulurken İngilitere’de aradığı o güvenli ortamı bulabilmişti.
Ancak günümüzde İngiltere sansür konusunda çok tehlikeli bir şekilde bayır aşağı iniyor. Peter Singer da ötenaziyi ya da kürtajı savunduğu için yasaklanacak mı, bunlar da yasa dışı hareketler? Belki Tom Regan da “Terrorists or Freedom Fighters?-Terörist mi Özgürlük Savaşçısı mı?” kitabına katkısı olan “How to Argue For Violence?-Şiddeti Nasıl Tartışmalı?” yazısı nedeniyle yasaklanacaktır? İngiltere’yi sivil haklar konusunda güvenlik adına ABD ile aynı yolda görmek korkutucu. İngiltere’nin iç işlerine son zamanlarda FBI’ın karıştığını görmek insanı rahatsız ediyor ; çünkü FBI’ın ABD’deki etkinlikleri politik organizasyonları aksatmak ve demokrasiyi de baskı altına almaktan oluşuyor. Açıkçası tiranlıklarının bayrağını daha da göndere çekiyorlar, son olarak da eski bir ALF eylemcisi ve bugünün dinamik vegan eğitmeni arkadaşım Gary Yourofsky’yi yasakladılar. Ancak benden farklı olarak Gary hayatında hiç İngiltere’de bulunmadı ve gitmeye de niyeti de yok. Ancak onlar Gary’nin hayvan özgürlüğü yanlısı yazılarında kendilerini tür ayrımcısı, sistem yanlısı, faşist kafa yapılarına ters düşen şeyler buldular , zevkle İngiltere’ye yeni bir resmi yazı göndererek hayvan haklarını ve vegan etiklerini öneren bu “terörist tehlike”den vatandaşlarının korunmasını istediler.
Bu delilikte kullandıkları tek metod, hayvan araştırmalarının ve ilaç endüstrilerinin çıkarlarını korumaya olan sadakatleriydi. Açıkçası sadece( üniversiteler, HLS gibi özel şirketler, ilaç endüstrileri ve bir takım diğerleri tarafından yürütülen) milyarlarca dolarla ifade edilen dirikesim olayı gösteriyor ki İngiltere’de hayvan hakları hareketi sadece ideolojik ve politik bir tehdit haline gelmekle kalmamış, ama daha da ciddi bir şekilde ekonomik bir tehdit de oluşturmuştur. Bir zaman insan köleciliği, modern kapitalist ekonomilerin bir parçasıydı, bugün de hayvan köleciliği kapital birikimi için hayati öneme sahip. Hayvan hakları hareketi İngiliz devletini temelden sarsmış durumda ve devlet bizlere karşı sıra dışı önlemler almakla meşgul. Bu önlemler arasında milyarlarca hayvanı doğrama ve öldürme hakkı olan şirket haklarını korumak için ev protestoları gibi eylemleri suç kabul etmek , ifade özgürlüğünü kısıtlamak ya da yasaları çiğnemeye daha büyük cezalar vermek gibi seçenekler bulunuyor.
8- Başka hangi ülkeler yasakladı sizi?
Bu kadar, başka yok..şu ana dek!! Dünyanın her yerinde hayvan özgürlüğü için propaganda yaptım, en son da Güney Afrika’da oldu bu ; ama sadece İngiltere ifade özgürlüğüne bu kadar küçümser bir tarzda yaklaştı. Tuhaf tabii, mesela Güney Afrika pek de uzun olmayan bir süre önce dünyanın en şiddet yanlısı ve baskıcı hükümetine sahipti ; ama tabii şimdi dünyanın en özgür anayasalarından birisine sahip olmakla övünüyor, ve size benim devrimci politikalarımın bu ülkede sorgulanmadığı veya bir nebze olsun tetkik edilmediğini söyleyebilirim. Şimdi Moskova’da ve St. Petersburg’da hayvan özgürlüğü konusunda konuşmaya gidiyorum , eskiden bir diktatör devletti burası; ama haklar ve saygı konusunda daha geniş bir çerçevede karşılanmayı bekliyorum, herhalde insan İngiltere garnizon devletine kıyasla daha fazlasını da bekleyebilir.
Ama militan arkadaşlarıma yetişmem için daha yapmam gereken çook şey var! Gary Yourofsky 5 ülkeden kovuldu, buna Kanada ve İngiltere de dahil. Jerry Vlasak ise kesinlikle ödülü kapmış durumda ;zira en az 6 ülkeden kovuldu. Gary ve bana da hava atıyordu “uğraşın uğraşın” diye. Deniyoruz Jerryciğim, deniyoruz…

9- Siz Hayvan Özgürlüğü Hareketini (ALF) Kölecilik Karşıtı Hareket’e benzetiyorsunuz. Gördüğünüz benzerlikler neler?
10 bin yıl önce göçebe olarak yaşayan ve toplayıcılık yapan topluluklardan düzenli tarım toplumlarına geçişin sonunda ilk baskı ve boyunduruk altına alma biçimi insanların hayvanlara olan üstünlüğü ile olmuştur- yani onların çiftçilik ve diğer amaçlarla “evcilleştirilmesi”- ve bu da o andan itibaren aradki ilişkinin biçimini belirlemiş durumda.
“Evcilleştirme” inanın kesinlikle içeriği çok hafifletilmiş bir sözcük, ve kesinlikle hayvanlara uygulanan kafeslere kapatma, hadım etme, bukağı takma, dağlama ve kulak koparma gibi bir çok çeşidi olan aşırı baskıyı , zulmü gizleyen bir sözcük. Hayvanları gıda, süt, giysi, tarla sürme, ulaşım amaçlı sömürmek için çiftçiler ve çobanlar kamçı, çuvaldız, zincir, tasma ve dağlama demirlerini icat ettiler Tarım toplumlarının doğuşundan bugüne dek insan uygarlığı kölelerin üzerinde yükseldi, en çok da hayvan kölelerin.
İnsanlar sık sık hayvanların “yeni köleler” olduğunu söyler. Hayır, onlar ilk kölelerdi. Onlar insanların hem işleri hem de çıkarları için kafeslere kapayıp işkence ettiği, zincirlediği, satılığa çıkarttığı ilk canlılardı. İnsanların baskı altına alınması insanların baskı altına alınmasının yollarını da gösterdi. Kadınların cinsel meta haline gelmesi hayvanların evcilleştirilmesinden sonra örnek alınmıştır. Erkekler kadınların üretici kapasitelerini kontrol etmeye başladılar , böylece baskıcı cinsel kurallarını empoze ettiler ve hayvanları üremeye zorladıkları gibi kadınlara da tecavüz etmeye başladılar. Kölelik de tıpkı tarım gibi Ortadoğu’da ortaya çıktı , açıkçası hayvanların evcilleştirilmesinin bir uzantısı olarak gelişti. Sümer gibi bölgelerde köleler hayvanlar gibi yönetildi ve erkekler hem hadım edildiler hem de kadınlarla beraber çalışmaya zorlandılar. Kırbaçlar, çuvaldızlar, zincirler, tasmalar, dağlama demirleri ve diğer hapis ve kontrol teknolojileri modern uluslar arası köle ticaretinde kullanılmadan önce hayvanlar üzerinde kusursuz hale getirilmiştir.
Siyahları doğal çevrelerinden ve yuvalarından çalarak onların vücutlarına zincirler bağlayan, onları sıkış tıkış halde gemilerle aylar süren yolculuklarla denizaşırı ülkelere yollayan ve onların ölümünü veya acı çekişini zerre kadar umursamayan, bir mülk olduklarını belirtmek için derilerine damga vuran, onları hizmetçi ve et parçası olarak satışa çıkaran, aile üyelerini çığlıklar arasında birbirinden ayıran, çıkarları uğruna onları sömüren, öfke ve nefretle onları döven, onları çalışmaları ve hizmetleri için üremeye zorlayan, işe yaramaz hale geldiklerinde onları kitleler halinde öldüren insan türü, bütün bu korkunç olayları öncelikle insanın hayvanları sömürmesiyle başlatmıştır. Bu sömürü bugün daha da kötü koşullarda , kürk çiftliklerinde, hayvan çiftliklerinde, mezbahalarda, laboratuarlarda ve insanların hayvanlara merhamet göstermediği diğer cehennem deliklerinde sürüp gidiyor.
Deney laboratuarlarında, kürk çiftliklerinde, deri fabrikalarında, hayvanat bahçelerinde, sirklerde, rodeolarda ve diğer sömürücü endüstrilerde çağdaş kapitalist toplumun en önde gelen köleleri ve proletaryası hayvanlardır. Her yıl, insanlar 10 milyarlarca hayvanı kafeslere tıkıp onları sömürüyor ve katlediyor (sadece gıda tüketimi için bu rakam 50 milyar!). İnsan ekonomisinin ( kapitalizmden daha büyük ve daha genel bir baskı sistemi)en temel materyali olarak hayvanlar kürkleri, etleri, ve vücut sıvıları için sömürülüyor. Hayvanlar kelimenin gerçek anlamıyla köleleştirilmiştir: iradelerine karşıt olarak esir durumundadırlar; kaçamayacakları ezici koşullarda kafese tıkılırlar, zincire vurulurlar ve kapalı tutulurlar; çalışmaları için sömürülürler, nesne, mülk ve eşya konumuna indirgenirler; zulme uğrarlar ve duygusuzlaştırılırlar; sömürenler için çıkar ve değer üreten yoğun bir çalışma hayatına zorlanırlar; ve bu süreç kendini sonsuza dek tekrar etsin diye yeni kuşak kölelerin varolması için üremeye zorlanırlar.
Hayvan çiftliklerindeki koşullar, mekanize üretim hatlarına ve toplama kamplarına benzer, hayvanlar burada maksimum düzeyde et, süt ve yumurta üretmeye zorlanırlar. Bu korkunç baskı sadece fiziksel manada hapsetme tarzında değil, ayrıca genetik ve kimyasal manipülasyon yoluyla da olur. Süt ve yumurta üretmek zordur, bu fiziksel çaba nazi kamplarında olduğu gibi ölümle sonuçlanır.
Başka hayvanların da sömürüldüğüne dikkat çekmek zorundayız; mesela, sirklerde çalışmak zorunda bırakılan aslanlar, şempanzeler, filler ve ayılar; pedal çevirmediklerinde, balerin eteği giymediklerinde veya dans etmediklerinde, içleri çok soğuk ya da sıcak olan vagonlarda yolculuk etmek zorunda bırakılırlar, sahnede olmadıklarında zincirlere bağlıdırlar ya da kafeslerde tutulurlar-ciddi dayak yeme olasılığı olmadığı zamanlarda yani çalışmazken durum böyledir. Ayrıca zorunlu olarak yerleşik bir hayat sürmek zorunda bırakılan, vücutları beyinlerini,kalplerini, ciğerlerini ve böbreklerini uyarmak için ilaçlarla, kimyasal maddelerle ve toksinlerle tıka basa doldurulan laboratuar hayvanlarından da söz etmek durumundayız, bu hayvanlar iğnelerle, sonda aletleriyle, ışıklarla, bıçaklarla eldivenli ellere teslim durumdadır, araştırma raporları için kendilerinden istenen şeyi hasta ve stres altındaki vücutları üretir üretmez bir çöp gibi kenara atılırlar.
Irkçılık ve türcülük köklerini kölecilikte bulan bir ekonomi ve toplumu sürdürmek isteme ihtiyacından doğmuştur; sadece kölelik yoluyla imtiyazlı insanlar-ister beyaz elit azınlık ya da isterse geniş halk kitleleri olsun-konforlu hayatlarını yaşayabilirler . Amerikan İç Savaşı’ndan sonra Pamuk Endüstrisi, ulus Batı’yı sömürge haline getirip , milyonlarca Kızılderiliyi ve 60 milyon buffaloyu katledince (ki hayvanların katledilmesi insanların soykırıma uğramasında büyük bir dönüştürücü güç olmuştur)Büyükbaş Hayvan Endüstrisine dönüştü ve ardından sığır eti üretmek için yoğun çalışmalara başlandı. Afro-Amerikalıların ABD’deki köleliği resmen 1865’te sona erdiğinde, hayvanların sistematik kapitalist ve endüstriyel şekillerde köleleştirilmesi daha yeni başlıyordu . İşgücü olarak hayvanların kullanılmaya başlanması, hem ekonomik büyüme için , hem de vücutlarının her bir parçasının her türden mal üretiminde kullanılmasında hayati öneme sahip oluyordu giderek.
21. yüzyılın postendüstriyel koşullarında, GlaxoSmithKline, AstraZeneca, Norvartis ve Pfizer gibi ilaç ve biyoteknoloji şirketleri ve ilaçların test eden Huntington Life Sciences (HLS) gibi şirketler global kapitalist şebekelerin en büyük parçaları haline gelmiş durumda, onların araştırmaları ve operasyonları her yıl milyonlarca laboratuar hayvanının üremelerine, sömürülmesine ve öldürülmesine dayanıyor. İlaç çiftçiliğinin postmodern dünyasında, GTC Biotherapeutics gibi şirketler hemofili ve kanser gibi hastalıklarına seri halde ilaçlar üretmek için genetik olarak modifiye edilmiş keçiler kullanırlar. Bu hayvanları çok büyük hapis koşulları altında altında doğurmay azorlayarak onları organ makineleri haline dönüştürürler.
Hayvanlar hem mahkum hem köle oldukları için, onların özgürlüklerinden söz etmek, çağdaş hayvan haklarının militan kısımlarını kendisini 19.yy’daki öncüllerinin devamı olarak gören yeni bir kölecilik karşıtı mücadeleye çağırmak son derece mantıklı. 19. Yüzyıldaki kölecilik karşıtları köle sahibinin kölelere nazik olmasından, onlara giyecek ya da yiyecek vermesinden ya da huzurla çalışmasını koşullarını oluşturması “zorunluluğu”ndan filan bahsetmiyorlardı. Onlar köle-efendi ilişkisinin bütünüyle ve tamamen kökünden kazınmasından, kölelerin onları köle haline getiren bütün bağlarından kurtulmalarından söz ediyorlardı. Benzer şekilde yeni kölecilik karşıtları hayvan köleciliğinin pratiklerinde ve kurumlarında reform yapılmasını talep etmezler, hayvanların insanlar tarafından uygulanan her tür sömürüden, aşağılamadan ve baskıdan tamamen kurtarılmasını talep ederler.
Yeni kölecilik karşıtı hareket bir çok gücün birleşmesinden oluşuyor, mesela Gary Francione gibi savaş karşıtlarından ALF ve SHAC gibi şiddete karşı sabotaj ve doğrudan eylem yanlısı gruplara, Animal Rights Militia gibi hayvan sömürücülerine yapılan şiddeti meşru görüp şiddet kullanan gruplara dek farklı güçleri barındırır içinde. Francione hayvan refahı konusunda güçlü ve önemli bir eleştiri getirmişse de (mesela HSUS ve PETA tarfından iğrenç bir şekilde desteklenen “insancıl et” ve “kafes dışı” yumurta kampanyaları gibi olaylar) tarihi mirası sahiplenişi biraz kuşkuludur. Francione ‘ın tek boyutlu ve tek meseleye odaklı veganizmi bu konuyu tamamen elit ve beyaz bir kalabalığın meselesi gibi algılarken bembeyaz, ultra imtiyazlı , pek bir hassas ve kırılgan Yeni Çağcı insanlara seslenen kapitalist tüketiciliği yeniden üretiyor.
Francione’ın “vegan devrimi” daha doğmadan ölmüş durumda, çünkü Francione fikirleriyle diğer sosyal hareketler arasında bağlantılar kurmadığı gibi, daha doğrusu, farklı baskı sistemleri arasındaki karşılıklı bağımlılığı kavrasa da bu içgörüyü asla pratiğe dökmüyor. Ve sanki yeterince elitist değilmiş gibi, Francione- Friends of Animals/Hayvanların Arkadaşları- gibi gruplardaki ruhsuz takipçileriyle dogmatik bir biçimde tamamıyla yasal ve “barışçıl” taktikler önerirken , zerre kadar eleştirel bir bakışı olmadan doğrudan eylemi “eko-terörizm” şeklinde şirket-devlet propagandasına uygun şekilde karalarken ALF’yi de ABD’deki “en tehlikeli yurt içi tehdit” şeklinde suçlayabiliyor. Francione, kendisini “radikal” diye tanımlayadursun, “yeni refahcı” kapitülasyonlara antitez oluşturduğunu sanadursun, aslında kendisi bu hareketin tarihindeki en etkili gruplar olan ALF’yi ve SHAC’ı karalamalarındaki benzerliğe bakarsak Wayne Pacelle’in ikizi gibi.
Bu yüzden HSUS ve PETA’dan ayrılarak takip ettiği putperestiliği ve eleştiri eksikliğini gördükçe hem şaşırıyor hem de kızıyorum , Francione’ı sözde bir kölelik karşıtı olarak görüyorum, bir burjuva , tüketimci, elitist ve kapitalizmden ve onun baskıcı devlet sisteminden özür dileyen birisi olarak görüyorum; Francione hayvanların sömürülmesinekarşı çıkarken ben kapitalizmin, her alanda hiyerarşinin ve baskıcılığın kökünü kazınması için militanca bir tavrı destekliyorum. Bu yüzden hayvanların özgürlüğünün kapitalizm bağlamında mümkün olmadığını, hayvanların , insanların ve dünyanın birbirinden kopmaz bir mücadele olarak kuramlaştırılmasını ve buna göre mücadele edilmesini öneriyorum.

19. yüzyılın militanlığına dayanan yeni kölecilik karşıtı hareket en iyi ifadesini ALF’de buluyor; çünkü onlar taviz vermeyen, anti-reformist , militan ruhlu yapılarıyla 19. Yüzyılın kölecilik karşıtı hareketini andırıyorlar. Dahası, hayvan köleleri özgürlüklerine kavuşturup onları gizli bir veteriner şebekesi ve onları seven yuvalar kontrolünde tutarak, ALF bugünün Underground Railroad hareketinin temsilcileri gibi. Ama David Walker, Henry GArnet, NAt Turner ve John Brown’a kıyasla ALF daha çok Lloyd Garrison’ın geleneğini takip ediyor; çünkü ALF şiddet karşıtı felsefeleri ve taktikleriyle öne çıkarken yukarıda ismi sayılı kişiler beyaz köle sahiplerine şiddet uygulamayı desteklemiş , hatta Turner ve Brown direnişleri boyunca kılıç, bıçak ve silah kullanmışlardır.
Kölelik bir kez daha toplumsal tartışmaların ve mücadelelerin odak noktası haline gelmiş durumda, ancak bu sefer mesele insanın insana köle olması olayı değil, insan olmayanların insana köle haline gelmesi. Hayvanların özgürleştirilmesi için mücadele eden yeni kölecilik karşıtı hareket, bugün yaşanan en hararetli tartışmaların bazıları doğa politikası ve hayvanlarla ilgili etik görüşler üzerine olduğu için, sosyal değişimin ve ahlaki evrimin bir parlama noktası olarak ortaya çıktı. Yaşayan her canlı şeyi çıkarları ve iktidar hırsı yüzünden öldürenlerle bu sonsuz güç sahibi manyaklarla dişe diş kana kan savaşmaya hazırlananlar arasında bir savaş patlak vermiş durumda. Belki de bizler yeni bir iç savaşın doğuşuna tanık oluyoruz, bu sefer mesele şirket iktidarlarının hayvanları köle olarak kullanmasından ve doğayı baskı altına almasından kaynaklanıyor. Siyahlar ve ırkçılık karşıtları adalet ve eşitlik için savaşmaya devam ederken, ahlaki ve politik odak noktası bu sefer daha da eskilere dayanan, yayılan, yoğun ve şiddete dayalı bir başka köleciliğe doğru kayıyor (ya da genişliyor demek daha doğru), bu kölecilik biçimi milyarlarca hayvanın insanlık için felaket sayılabilecek sonuçlar doğuracak şekilde global bir soykırımla kafeslere tıkılması, işkence edilmesi ve öldürülmesine sebep oluyor.
19. yüzyıl kölecilik karşıtlarının insanların o zamanın ahlaki meselesine gözlerini açmaları için uğraştığı gibi, yeni kölecilik karşıtları da hayvanların ezilmesinin hayati önemi konusunda toplumu aydınlatmaya çalışıyorlar. Siyahların köleliği, Amerikan “ demokrasisi” ve modern değerlerin anlamı konusunda derin kuşkular ortaya çıkardığı gibi, hayvanların köleleştirilmesi de hırsla, yabancılaşmayla, kabalıkla ve şiddetle hasar görmüş insan ruhu eleştirisi konusunda bir takım sorular öne sürüyor.Irksal bakış açısı sömürgecilik ve emperyalizmin eleştirilmesi babında modernitenin ana patolojilerini ortaya çıkarırken, hayvanlarla alakalı kuram da 10 bin sene boyunca gelişerek yayılan şiddet dolu baskın kültürün yıkıcı dinamiklerini ve anahtar ilkelerini ifşa ediyor. W.E.B. Du Bois “20. Yüzyılın sorunu renk sorunudur” derken bizler aynı uygunlukla 21. Yüzyılın sorununun tür sorunu olduğunu söyleyebiliriz.

10- Lütfen bizlere INternational Journal of Inclusive Democracy – Ulusla arası Bütüncül Demokrasi Dergisi (IJID) hakkında ve sizin de oradaki rolünüz hakkında bilgi verir misiniz?
Bütüncül Demokrasi projesi 1990larda takis Fotopoulos tarafından (kendisi şaşırtıcı bir entelektüel), “Society and Nature-Toplum ve Doğa” ve “ Democracy and Nature- Demokrasi ve Doğa” dergilerindeki yazılarıyla geliştirildi. Bu dergiler artık yayımlanmıyor, ama ikisi de global çapta okurları olan ,toplumsal ve çevresel sorunları analiz etmeye adanmış dergilerdi-üç majör sebepten çıkan problemleri inceliyorlardı: geliş- ya da – öl kapitalist ekonomisi, insanı insana , doğayı da insanın sosyal yapısına kırdıran bir hiyerarşik sosyal ilişkiler bütünü, bir de diğer insanları, hayvanları ve doğayı kendi çıkarlarına ulaşmada birer araç olarak gören elitist ve sömürücü bir kafa yapısı. 1997’de Fotopoulos bu fikirlerini “Towards and Inclusive Democracy : The Crisis of the Growth Economy and the Need for a New Liberatory Project- Bütüncü Bir Demokrasiye Doğru: Büyüme Ekonomisinin Krizi ve Yeni Bir Özgürlük Projesine Duyulan İhtiyaç” adlı çığır açan eserinde sistematize etti. 2005’te Bütüncü Demokrasi projesi ve uluslararası katılımcılar internete geçti, burada da The International Journal of Inclusive Democracy doğmuş oldu, halen de basılı olsaydı mümkün olmayacak sayıda okura ulaşıyor.
Inclusive Democracy (Bütüncül Demokrasi-ID), modern kapitalist uluslardan kaynaklı pazar ekonomilerinin çevreye ve topluma felaket boyutundaki etkilerinin kuramsal bir analizini ve onlara politik çözümler bulmayı hedefliyor. Bütüncül olarak bu poje toplumdaki farklı sesleri yeniden hayat bulmuş kamu bölgelerinde oluşturmak istiyor (başkalarına otoriter kurallar uygulayarak farklılığı ve demokrasiyi bitirmeye değil, farklılığın meşru ifadelerini kullanabilmeyi hedefliyor en azından ). Doğası gereği bütüncül olarak bu proje, ayrıca, komünlerde insanların maksimum düzeyde otonomluk kazanması , kendi yapılarını kendilerinin denetlemesi , böylece bireysel ve sosyal hayatın en derin manada gerçekleşmesi babında da (radikal)bir demokrasi biçimi.
Devlet sosyalizminin totaliter ve sözde demokrasisini pazar-temelli kapitalizmi reddederek ID, kadim Yunanistan’ın doğrudan demokrasisi ve modern liberter sosyalizmini, (devletçilik, sınıfçılık, cinsiyetçilik, ırkçılık ve diğerleri gibi) bütün sosyal hiyerarşilerin tamamen yok edilmesi, merkezi güçlerin konfedere komünlerde katılımcı demokrasiler haline dönüştürülmesi gibi başka amaçlarla birleştiren bir sentez yapma peşinde. Proje doğası gereği radikal ve devrimci bir demokrasi biçimi ; çünkü bu proje artık herkesin aşina olduğu şu fikre dayanıyor: 1) kapitalist sosyoekonomik model tamamen işlevini kaybetmiş durumda, ayrıca yıkıcıdır da (mesela “adil”, “yeşil” veya “sürdürülebilir” kapitalizm gibi yaftalar tamamen bir ilüzyondur ve oksimorondurlar). Bu yüzden 2) günümüz dünya düzeni reforme edilemez, ama tam tersine nitel olarak derin, fundamental bir sistem değişikliği, bir sosyal devrim yaşanarak ancak değiştirilebilir.
Bütüncül Demokrasi, günümüzde yaşanan çok boyutlu kirizin çeşitli elitlerin elinde toplanmış ekonomik ve politik iktidarın nihai sonucu olduğunu düşünür. Bu iktidar global pazar ekonomisinin operasyonları ile ilerler , “temsili demokrasi” gibi bir devlet sistemi içerisinde politik araçlarla (değişik derecelerde) meşrulaştırılır ve stabilize edilir. Halkın vekilerle temsil edilmesi olayı, – Rousseau’nun “iradenin yabancılaşması” dediği şey- oylarla seçilmiş görevlilerin kendi kişisel çıkarlarına değil de evrensel ve kamu çıkarlarına hizmet ettiği, vatandaşlar olarak insanların nihai manada haklara , iktidara ve otoriteye sahip olduğu fikriyle insanları kandırmaktadır. Fotopoulos bu dolambaçlı demokrasiyi şirket- devlet kompleksi olarak hem ulusal hem de uluslararası elitler tarafından yürütülen bir “liberal teknokrasi” şeklinde ifşa ediyor.
Toplumdaki ve doğadaki bu çok yönlü krizin uygun politik cevaplar üretmesi gerekirken, başka bir kriz oluştu. Global kapitalizme kuramsal ve politik muhalefet – demokratik sosyal ve politik alternatifler üreten bütün önemli ve gerçekten radikal biçimler- çökmüş durumda. Elitizm, bürokratik hakimiyet, ve doğanın yok edilmesi, kapitalist sistemlere “alternatif” oluşturan bir çok “komünist” ve “sosyalist “ devlette de aynen gerçekleşti. 20. Yüzyılın başlarındaki edward Bernstein ve Alman Sosyal Demokrat Partisi’ne dek uzayan Sosyal Demokrasisinin Avrupa geleneği hem kapitalizme hem de bürokratik sosyalizme bir alternatif olarak sunduysa da kendisini, kaçınılmaz olarak , sistemi yapısal kusurlarıyla radikal olarak değiştirmek yerine onu onarmaya çalışan reformizm mantığına yenik düştü.Sosyal Demokrasi alternatif veya muhalefet olma manasında bir etki gösteremedi .Bugün artık Avrupa ulus devletlerinin özelleştirme girişimleri ve pazar hakimiyeti altında bir müze eserine dönüşmüş durumda.
1960lardan beri, bir çok eleştirel kuram ve hareket doğdu, ama radikal değişiklik ve muhalafet babında hiç birisi bir süreklilik gösteremedi. “Yenisosyal hareketler” ve peşinden gelen “ kimlik politikaları” formasyonlarıdan tut (feminizm, sivil haklar, gay ve lezbiyen özgürlüğü, multikültüralizm, anti-nükleer gruplar ve diğerleri) apolitik, reformist ve ezoterik postmodernizme kadar; Yeşil partilerden derin ekolojinin mistik ve bireyci varyasyonlarına kadar, Fotopoulos politiik ifade biçimlerinin ya akademi tarafından belirlendiğini, ya da şirket-devlet kompleksi tarafından atandığını, ya da bu hareketler reformist, öznel ve misyik tavırlarıyla kendilerini etkisizleştirdiklerini gösterir. Militan “anti-“ veya “globalizm karşıtı” hareketlerin 1990lardan beri yükselişi onların sosyal adalet taleplerinde ve müttefik politikalar konusunda ortaklaşa yükselen bir ses olduğunu gösterirken, Fotopoulos bunanla beraber hepsinin de “sistem karşıtlığı” perspektifi konusunda tutarlılıktan yoksun olduğunu söyler (yani, kapitalist sistemlerin bütüncül ve radikal eleştirisinden yoksundurlar), çünkü bu hareketler sosyal hiyerarşilerin ve pazar ekonomisinin egemenliği hakkında hayati alternatifler oluşturmayı becerememişlerdir.
Ancak “Bütüncül Demokrasi –Inclusive democracy “projesi, var olan radikal hareketleri olumsuzlamayı hedeflemiyor yalnızca, tersine geçmişin en iyi kısımlarını kapsaycı bir tarzda bir sentez haline getirerek günümüz kriz çağıyla doğrudan alakalı yeni bir şey üretmeye çalışıyor. Bu proje Atina demokrasisini Cornelius Castroriadis’in otonomi projesiyle, sosyalist lliberter geleneğini Bookchin’in sosyal ve ekolojik endişelerini ortak bir devrimci politikada, günümüz yeni sosyal hareketlerinin radikal kolları içindeki en iyi potada eritiyor.
Bütüncül Demokrasi-Inclusive Democracy, politik (doğrudan) demokrasi, ekonomik demokrasi, sosyal yapıda demokrasi ve ekolojik demokrasinin gerektirdiği önkoşulları güvenceye aldığı için, Demokrasinin en iyi biçimini teşkil ediyor. Öznel açıdan, Bütüncül Demokrasi, vatandaşların, köşetaşı demokrasisi olan ve bu inançların temellerini sorgulamayı iptal eden dogmaları, dinleri ve akıldışı sistemleri ya da kapalı kuram sistemlerini değil de otonomiyi bilinçlice seçmeleri seçeneği üzerine kuruludur.
Politik demokrasi, politik temelde doğrudan demokrasi kurumlarının oluşturulmasını, bütün kuralların halk meclisleri tarafından alınmasını (yani yerel vatandaş birlikleri tarafından )önerir, bu kişiler bölgesel, ulusal ve nihai olarak kıtasal ve global düzeylerde konfederasyonlar oluştururlar ve delegeleri de gerektiğinde halk tarafından meşrulukları iptal edilebilen kişilerdir. Bölgesel, ulusal ve konfederal meclisler halk meclislerinin aldığı kararları uygulamakla ve koordine etmekle yükümlüdür. Politik demokrasi böylece toplumun siyasetle yeniden bütünleşmesini güvenceye alırken, (artık günümüzde vatandaşları nesneleştirmiş olan) devleti, vatandaşları üzerinde ayrı bir güç olmaktan çıkarır.
Sol’dan başlayarak, Bookchin’in yazıları da dahil bir çok sol sosyalist ve eleştirel kuramlarla haşır neşir olduktan sonra, ihtiyacımız olan şeyin hayvan özgürlüğü değil her manada total özgürlük olduğunu, her alanda toplumun kurumlarının radikal bir bütüncüllük ve katılımcılıkla transforme edilmesi olduğuna inanarak, Takis’in radikal ve sistematik bir kapitalizm eleştirisi formüle etmesinden etkilendim. Takis bunu yaparken artık delilik noktasına gelmiş ve bütün gezegeni tehdit eden, kontrolden çıkmış, sürdürülmesi mümkün olmayan bir global ekonomik sistemle uzlaşmayı destekleyen Sol hareketlerin, postmodern göreceliğin , ümitsizliğin ve ortalığı karıştıran kimlik politikalarının oluşturduğu karamsar politik arenada gerçek bir devrimci bakış açısını hayata geçirmeye çalışıyordu.
Takis’le dostane ve ilgi çekici bir çok fikir alışverişinde bulunduk, hatta onunla Inclusive Democracy etiketli , adı “ Global Capitalism and the Demise of the Left: Renewing Radicalism through Inclusive Democracy- Global Kapitalizm ve Solun Ölümü- Bütüncül Demokrasi Aracılığıyla Radikalizmi Yenilemek” olan bir antoloji kitabında editörlük yaptım. Ama hayvan hakları konusunda bazı ciddi fikir ayrılıklarımız da oldu, özellikle hayvan özgürlüğü ve toplumsal özgürlük arasındaki ilişki anlamında, hatta bu tartışma siteye de taşındı. Solcu, anti-kapitalist ve devrimci bir bakış açısıyla Takis, öyle ya da böyle, bütün hayvan hakları hareketine ciddi eleştiriler getirdi, bu eleştirilerin bazılarına , özellikle de hayvan özgürlüğü hareketini baskın bir biçimde reformist, sadece kendi meselesine odaklı, sınıf hiyerarşisinin ve uluslararası şirketlerin egemenliğine hiçbir meydana okumada bulunmayan bir grup olduğu eleştirisine katılmadan edemedim; ama ben de cevaben, hayvan özgürlüğünü savunan bazı insanların anti-kapitalist, ittifaktan yana ve devrimci bakış açılarına sahip olduğunu (mesela ALF toplulukları iyi bir örnek),ama öte yandan da daha önemli bir problemle karşı kaşrşıya olduğumuzu, solcuların bir kez daha tarihi bir dönüm noktasında ahlaken, bilimsel olarak ve politik manada geride kaldığını söyledim.

11- Bir çok ilerici insanın, Solcunun ve radikalin söz hayvan özgürlüğüne gelince neden birdenbire böylesine kör bir tavır takındığı konusunda ne düşündüğünüzü çok merak ediyorum. Düşünceleriniz nedir?
Açıkçası , bu; Batı ideolojisinin, insan merkezciliğinin, yabancılaşmanın, görkemli bir hayat sürme ve herşeyi kontrol etme sanrılarının, bütün hayatın araçlaştırılması bağlamında modern hümanizmin bir sonucu. Basitçe söylemek gerekirse, Batı tarihinde iki bakış açısına rastlıyoruz: Pitagoras’ın derin ve günümüze dek öğretileriyle başlayan, eşitlikçi, vejetaryen, hayvanları korma yanlısı bir felsefe. Öte yanda ise Aristo’yla baştacı edilen hiyerarşik, etobur ve türcü bir dünya görüşü. Pitagorasçı bakıç açısı, ne yazık ki, Aristocu görüşe yenik düştü, sonuçta bu, köleciliğe, savaşa, sınırların işgalle genişletilmesine, ekonomik anlamda büyümeye ve fethetmeye odaklanmış bir toplum için fazlasıyla basit kalıyordu.eski Yunan’ın hiyerarşik dünya görüşü önce Hristiyanlığın baskın görüşlerine dönüştü ve oradan da modern bilim, rasyonalizm, Aydınlanma, endüstriyalizm ve kapitalizmin ideolojisinin içerisinde eridi gitti.
Elbette Tanrı merkezli bir dünyadan insan merkezli bir dünyaya geçerken, kanlı Hristiyan haçlı seferlerinden Aydınlanmanın eleştirel düşüncesine ve otonomi görüşüne geçerken devasa tarihsel kazanımlar oldu ve hayvan hakları da bu kazanımlara dayanıyor zaten; ancak modern sosyal kuram ve bilim , Yunan ve Hristiyan felsefesinin en kötü yanlarını, mesela hayvanların insanlar için birer kaynak olduğu fikrini kullanmıştır. Gerçekten de, dirikesim, gen mühendisliği, klonlama ve hayvan çiftlikleri mezbahalar üreten modern bilimler ve teknoloji hayvanların durumunu daha da kötüleştirmiştir.
Komünist Manifesto’da Marks ve Engels, hayvan refahçılarını naif reformistlerle, itidal fanatikleriyle ve hayırsever organizatörlerle aynı gerici ve küçük burjuva kategoriye koyarken, ABD’de mesela kadınların politize olmalarındaki ana sebebi hayvan refahı hareketi olduğunu görememiştir. Kadınların hayvanlara yapılan zulmün azaltılması için giriştikleri mücadele, onların erkek şiddetine karşı ve çocuklar sömürülmesin diye yaptıkları mücadelenin ayrılmaz bir parçasıydı. 1844 Ekonomik ve Felsefi Elyazmaları gibi eserlerinde Karl Marks, insan hayatına dair doğacı bir kuram geliştirdi, ama baskın Batı geleneğinde olduğu gibi, insanlarla hayvanlar arasında keskin bir düalizmi varsayarken sadece insanların bilinç sahibi olduğunu, sadece insanların sosyal manada kompleks bir dünyaya sahip olduğunu öne sürdü. Hayvanların karmaşık duygusal, sosyal ve psikolojik yapıları olduğunu reddederken, Marks hayvanların üretimci etkinliklere ve dünyaya sadece içgüdüsel bir bağla bağlı olmasına rağmen, insan emeğinin özgür irade ve zeka ile gerçekleştiğini öne sürmüştü. Marksizm ve diğer Sol gelenekler kuramlarını bilime gurur duyarak dayandırdıkları için , radikaller bilimin ,hayvanların bilinç ve sosyal hayattan yoksun olduğuna dair hatalı, gerici ve türcü iddialarını çürüttüğünü –özellikle de hayvanların duygularını, düşüncelerini ve iletişim tarzlarını inceleyen bilişçi etoloji yapmıştır bunu- idrak etmek zorundadır.
Sosyal çevreciler ve Murray Bookchin gibi “eko-hümanistler”, hayvanların öldürülmesinini ve taciz edilmesinin endüstrileşmesini kınarken, insani amaçlarla hayvanların kullanılması konusunda sessiz kalıyorlar. Bir çok hayvan türünde teknoloji, kültür, dil ve aklın varlığını belgeleyen bilimsel etüdlerden bihaber olarak Bookchin, hayvanları dilden ve akıldan yoksun kabul eden Kartezyen-Marksist mekanistik bakış açısını tekrarlar. Bu yüzden , hayvanlar “birinci doğaya” aittir, yoksa insan kültürünün ürünü olan, yaratıcı ve coşkun “ikinci doğaya” değil… Genel manada Sol gibi, sosyal ekolojistler hayvanların sömürülmesinin çevreye , insan toplumu ve insan psikolojisine olan etkisini kuramlaştırma konusunda başarısızdırlar. Günümüz kapitalist sosyal ilişkilerinde hayvanlara karşı işlenen, adını anamayacağım denli korkunç şiddet biçimlerinin bazılarını , aynen refahçı görüşler gibi ele alırlar; dirikesimciler, hayvan çiftlikleri yöneticileri, mezbaha operatörleri, kürk çiftliği sahipleri, rodeo ve sirk patronlarının sözünü edip durduğu o “insani tavır”la bahsederle bu hayvan kölelerden.
Sol, geleneksel olarak ekonomiyle doğrudan alakalı olmayan bask biçimlerini anlama ve onlardan söz etme konusunda treni hep kaçırdı. Sol için ırkçılığı, cinsiyetçiliği, milliyetçiliği dini, kültürü ve günlük hayatı, ideolojiyi, medyayı, ekolojiyi ve diğer meseleleri anti-kapitalist çerçeveye yerleştirmek hep zaman almıştır. Bunu yapabilmesi de çeşitli özgürlük hareketlerinin baskısı sonucu olmuştur zaten. Marksist solun genel olarak eğilimi; toplumsal cinsiyet (gender), ırk ve kültür gibi sorunların ancak sınıf mücadelesinin hedefleri gerçekleştirildikten sonra kaale alınacak olmasıdır. Böyle dışlamacı ve indirgemeci politikalar, günlük hayatın ve kültürün öneminin altını çizen Rosa Luxemburg’a şu sözleri söyletmiştir: “eğer dans edemeyeceksem, sizin devriminizin bir parçası olmak istemiyorum”.
Sözde “ilerici” düşüncenin derin sınırlarına bir başka örnek vermek için, hümanizmin tepelerine tırmanalım. 1960ların şiddeti, ırkçlığı, savaşı ve sosyal karmaşaları arasında Martin Luther King Jrbir “ dünya evi” hayal etmiştir. Bu kozmopolit ütopyada dünyanın her yerindeki insanlar uyum ve huzur içerisinde yaşayacak, din ruhsal ihtiyaçlarını karşılarken, kapitalizm de maddi gereksinmelerine cevap verecekti.
Ama bu duygu ve şiddeti, savaşı, yoksullaştırmayı, çevrenin yok olmasını besleyen bir ekonomik sistem içerisinde gerçekleştirilebilse bile, insanlar hayvanlarla olan ilişkilerini radikal manada değiştirmedikçe, Martin Luther King jr.’ın dünya evi ne olursa olsun lanet olası bir mezbahadan başka bir şey değil; en tepedeki avcılar tarafından ve gene onlar için yönetilen bir toplama kampı, bir yok etme fabrikası bu. King’in insan türü ile ilgili bu rüyası ; her yıl giyecek, yiyecek , “bilim”, ve diğer sömürü araçları ile katledilen milyarlarca hayvan için tam bir kabustur.
Toplum, eşitliği, hayvanlara dil ve eşit davranma ilkesini kabul edene dek, şiddetten uzak hümanist ütopya iki yüzlü bir yalan ve şiddet dolu bir ütopya olmaya devam edecek. Hümanist “devrimciler” tanımı, yüzeysel bir tanım zaten. Hümanist bir “ demokrasi”, türcü bir ikiyüzlülüktür. Hümanizm, büyük harflerle adı tarihe kazınmış bir kabilecilikten başka bir şey değil.
Ya da ünlü sosyalist yazar Michael Albert’ı düşünün. Albert, 2006’ta Stay dergisinin kendisiyle yaptığı röportajda şunları itiraf etti: “ dünyayı daha iyi bir yer yapma amaçlı sosyal hareketlerden söz ettiğimde hayvan hareketleri aklıma gelmiyor. Dürüstçe itiraf etmem gerekirse; kadın hakları, Latin hareketleri, gençlik hareketleri ve benzeri sosyal hareketlerle hayvan hakları hareketini bir tutmuyorum…hayvan haklarının böyle geniş bir ölçekte tartışılması ve bu kadar eylem yapılması bence biraz fazla….ama açıkçası hayvan hakları meselesi Irak’taki savaşı önlemek ya da haftada 30 saat çalışma meselesi yanında o kadar aciliyet gerektiren bir durum gibi görünmüyor bana.”
Bu, beni çılgına çeviriyor- bu kendini beğenmişlik, bu duygusuzluk, bu kabalık…En korkunç şekillerde kafeslere tıkılan, işkenceye uğrayan, hunharca öldürülen on milyarlarca hayvanın çektiği acıyı dindirmek nerede, öyle ya da böyle rahat sayılabilecek hayatlar yaşayan insanların çalışma saatini 30 saate indirmek nerede?
Çoğu Solcu gibi, Albert da milyarlarca canlının acı çekişine şok edici bir umursamazlıkla yaklaşırken, insanları, hayvanları ve çevreyi böylesine hasta eden en önemli problemler arasında anlamlı bağlantılar kurma manasında başarısız oluyor.
Ne yazık ki çevreci hareket de ondan farklı değil. “Hayata saygı” gibi klişelere rağmen, Batılı Yeşil partiler ve Sierra Club, kendilerini hayvan hakları ve vejetaryen topluluklarla değil; avlana ve et yiyen kalabalıklarla bir tutuyor. Küresel ısınma ve hayvancılık arasındaki ilişki konusunda sağır edici bir sessizlik oluşmuş durumda. Greenpeace bir istisna sayılabilir; ama onların yanıtı da veganizmi savunmak için bu harika fırsatı kullanmak değil de tam tersine büyükbaş hayvanlardan çıkan gaz emisyonlarına oranla daha az zararlı olan balinaları, kanguruları ve diğer hayvanları yemek oldu.
Kısacası, isterse Marksist, sosyalist, anarşist ya da ırkçılık karşıtı ve feminizmi destekleyen herhangibir “Sol” pozisyon olsun, modern “radikal” gelenek, Batı’nın insanmerkezli mirasını tamamıyla devam ettiriyor; ayrıca bu dünyadaki diğer türler ve çevre açısından asla özgürleştirici bir felsefe olarak görülemez. Günümüz Sol düşüncesi, hayvanlar söz konusu olduğunda sadece ve sadece Stalinisttir.
Hayvan özgürlüğü; insanlar yavaş yavaş hiyerarşiyi, eşitsizliği ve herhangi bir biçimde haksızlığı savunan fikirlerin batıl, temelsiz ve anlamsız olduğunu anladıkları geniş tarihsel bir öğrenme sürecinin bir sonucudur. Hayvan özgürlüğü, insanların son 200 sene içerisinde yaptıkları en ilerici, ahlaki ve politik gelişmelere dayanır; onların mantıki sonuçlarını yansıtır. Hayvan özgürlüğü mücadelesi; insanları ; hakları, eşitliği ve şiddet karşıtlığını, türcülüğü de kapsayan bütün hiyerarşilere ve bütün önyargılara meydan okuma amacıyla bir sonraki aşamaya, hümanizmin ahlaki ve meşru sınırlarının ötesine taşımaya çalışır.
Bu gezegen üzerindeki bütün türlerin kaderi ilmek ilmek birbirine örüldüğü için, hayvanların sömürülmesi aslında insan dünyası üzerinde de büyük bir etki yaratmakta. İnsanlar, hayvanları yok ederken kendi hayatları için şart olan ekosistemleri ve habitatları da yok ediyorlar. Milyarlarca çiftlik hayvanını öldürdüklerinde, yağmur ormanlarını da yağmalamış oluyorlar, yeşil alanları çöllere dönüştürüyorlar ve küresel ısınmanın artmasına sebep olurken toksik artıkları da çevreye döküyorlar. Fevkalade oranlarda toprak, su, enerji, ve ürün gerektiren küresel bir hayvan çiftliği, dünyadaki açlık probleminin daha da kötüleşmesine sebep olduğu gibi, hayati önem taşıyan kaynakları da israf etmiş oluyorlar. İnsanlar hayvanlara şiddet uygularken genellikle birbirlerine de şiddet uyguluyorlar; hayvanlara şiddet uygulayan seri katilleri; kadınları, çocukları ve evcil hayvanları döven erkekler tarafından doğruluğu tekrar tekrar ispatlanmış trajik bir gerçek bu. Giderek insan, hayvan ve dünya özgürlüğünün birbiriyle kopma şekilde bağlı olduğu, hepsi özgür olana dek hiç birinin özgür olmayacağı daha da belli olmakta. Bu yeni bir öngörü değil, olsa olsa bugüne dek kaybolmuş bir bilgi ve gerçektir. İlk Batılı filozof Pitagoras’ı hatırlayın. 2500 sene önce şöyle söylemişti: “İnsanları hayvanları katlettiği sürece birbirlerini öldürecekler. Gerçekten cinayet ve acı ekenler, sevgi ve neşe biçemezler.”
Gerçekten devrimci bir sosyal teori ve hareket , sadece bir türün üyelerini değil, bütün türleri ve Dünya’yı özgürleştirecek. Adını layığıyla taşıyacak bir devrimci hareket, hakimiyetin ilk tarım toplumlarında görülen hayvan evcilleştirme pratikleri gibi örneklerini düşünerek hiyerarşi ve egemenliği kavramsal kökleri üzerinden kavrayacak; doğaya, çevreci ve hayvan haklarına dair yeni bir etik oluştururken her türden öldürücü hiyerarşik düşüncenin ve amaç aracı meşrulaştırır fikrinin yapısını aşabilecektir.

12- Postmodernizmde olan ilk alakanızdan bu yana çalışmalarınızda önemli bir değişim göze çarpıyor. Artık tamamıyla hayvan özgürlüğü ve radikal çevrecilik konularında yazıyorsunuz (yardımcı editör Tony Nocella’yla beraber)
Evet, artık gezegenin yaşadığı kriz ve hayvan özgürlüğü politikalarına dair olası en politik ve en somut şekillerde yazıyorum. Tony ve ben beraber bir antoloji hazırlamaya karar verdik. Günümüzün en önemli bazı meselelerini bir araya getirdik, normalde yanyana gelemeyecek bir avuç radikali bir araya getirdik. Politik olduğu kadar kuramsal sorular sormak için, sadece ittifak politikalarıyla ilgili konuşmamak için- ama bu kitapta bunu hayat geçirmek için çabaladık- kitap da sonuçta somut bir pratik örneği.
İlk kitabımız “Terrorists or Freedom Fighters: Reflections on the Liberation of Animals: Özgürlük Savaşçısı mı, Terörist mi?: Hayvan Özgürlüğü Üzerine Düşünceler” oldu. Bu kitap oldukça popüler oldu, aslında ALF ve hayvan özgürlüğüyla alakalı kuramsal, etik, tarihsel ve politik meseleler üzerine yazılmış ilk , gerçekte tek akademik antoloji. İnsanı çarpan o kapağı Sue Coe hazırladı, önsözü Ward Churchill yazdı, sonsözü Ingrid Newkirk ele aldı. Anthony ve ben de temel ALF meselelerine ve argümanlarına giriş kısmını üstlendik. Kitap ALF’nin tarihi, felsefesine balıklama daldığı gibi, onun feminizm ve Amerikan Kızılderili Hareketi gibi sosyal hareketlerle ilişkisini de açıklıyor. Kitap hem akademik hem de eylemci çevrelerin önde gelen isimlerine yer veriyor. Katılımcıların yarısı kadın, 3’ü Kızılderili, rod Coronado ve Gary Yourofsky gibileri ise eski ALF eylemcileri ya da hükümlüleri. Kitap, “şiddet”i nasıl savunmalı, meydanın ALF eylemlerini yansıtma biçimi, ALF’nin “kapalı” kurtarma taktikleri karşısında “açık” kurtarma taktikleri gibi konularda yazılmış yazılardan oluşuyor. Umarım ALF’ye yapılan adi eleştirileri sona erdirip, felsefesi ve taktikleri konusunda olumlu tartışmalar oluşması konusunda bir yardımı olur, ayrıca ortak noktalar bulmak amacıyla insan hakları topluluklarıyla da yakın bağlar kurar. ALF ve onun doğrudan eylemleri hakkında ne düşünürse düşünsün, hayvan hakları konusuyla alakalı birisinin bu kitabı okuması lazım. Belki FBI da bu kitaptan bir sürü alır- belki bir şeyler öğrenirler.
Disiplinlerarası ve çok perspektifli yaklaşımı sürdürerek Tony ve ben daha da zengin bir kitap hazırladık ardından- “Igniting A Revolution- Voices in Defense of the Earth- Bir Devrimin Ateşini Yakmak-Dünya’yı Savunan Sesler(Ak Press, 2006)”. Burada da , modern Batılı çevre hareketlerinin temellerine ve yörüngesine zengin bir giriş yapmakla beraber, çoğulcu, çoklu perspektifler sunan, disiplinlerarası ve sınırları aşan, köprüler kurabilen bir yaklaşım belirliyoruz, bu da farklı insanları ve konumları bir araya getiriyor.
40’tan fazla katılımcıyla beraber kitap sosyal ekoloji, derin ekoloji, ÖnceDünya! Hareketi, ekofeminizm ve ilkelcilikten Kızılderililere, Siyah özgürlükçülere, politik makinalara ve hayvan/dünya özgürlüğü hareketlerine dek uzanan geniş bir alanda sosyal ve çevresel konulara eleştirel perspektifler getiriyor. Kitabın önemli bir görevi de çevreciliği beyaz, erkek ve imtiyazlı konumlardan ayrıştırarak onu sınıf, toplumsal cinsiyet, ırk, etnik köken ve diğer alanlar arasına yaymak; ve tek-konu odaklı olmaktan kurtarmak. Kitap; ekolojik ve sosyal problemlerin hatta “uygarlığın” kendisinin bile, doğrudan sistemlerin kendisiyle alakalı ve kapitalizme içkin olduğu fikrini savunan devrimci bir çevrecilik anlamına gelecek bir anlam genişlemesi yapılmasını savunuyor. Devrimci çevreciler , küresel ekolojik kriz semptomlarını hedef alırken , onların dinamiklerini ve sebeplerini düşünmemeleri anlamında reformistlerden ayrılırlar. Bu kitap, akademik ve eylemci çevrelerde anında ilgi uyandırdı, benzersiz ve önemli bir kitap olmasını da kazandığı bu övgülere borçlu.

13- Şu anda hayvan özgürlüğü meseleleriyle ilgili yeni bir kitap hazırlıyorsunuz. Anlatır mısınız?
Şu anda bitirmek üzere olduğum yeni kitabın adı “Animal Rights and Moral Progress: The Struggle for Human Evolution: Hayvan Hakları ve Ahlaki İlerleme: İnsan Evrimi Mücadelesi” Bu kitapta Batı’nın kültürel evriminde yeni mantıksal ve gerekli adımın, hak kavramını hayvanları da kapsayacak şekilde , onların çıkarlarını kanunen korumak , temsil edebilmek için genişletmek olduğunu fikrini tartışıyorum. Kitap, insanların doğal dünyayla ve diğer türlerle kendi arasındaki bağları gözönüne almadan sadece kendi tarihsel gelişimin anlattığını öne sürüyor. Kitap, Australopithecus’dan Homo türüne dek insan evrimini kapsarken, “etobur” insan ve “avcı insan” gibi tarihi mitleri de yerle bir ediyor. Tarihsel bir anlatının oluşturduğu zorluklar sebebiyle, modern Batı’nın ilerlemesinde etik toplulukların genişlemesi ve hakların evrenselleşmesi anlamında ilerici bir hareket görülüyor. Bundan sonra beklenen ahlaki adım, hayvan haklarının da kapsanması olacak.İnsanlar hayvanların temel haklara sahip olduğunu kabul etmek zorundalar. Toplumlar sosyal kurumlarını, pratiklerini, ve mentalitelerini bu duruma göre değiştirmek zorunda. Hayvan özgürlüğü; insanlığın kucaklaması gereken, bütün hayata ve dünyaya bir bütün olarak saygı duyan, toplumu ve vatandaşlık kavramını tüm dünyaya yayılmış bu insan-içincilik tavrından alıp biotoplum fikrine dek yükselten bir “doğa etiği”nin parçasıdır.
Bir çok anlamda bu kitap bir öykü anlatıyor denebilir, yeni bir öykü ama… hayvanların durduğu yerden bakıldığında, insanların türcü tavırları yanında akıllarına dahi gelmeyen, hayvanların gezegenimiz için manasını ortaya koymaya çalışan büyük bir anlatı çabası bu. “Hayvanların durduğu yerden bakmak” derken, hayvanların insan düşüncesi, psikolojisi, ahlaki , sosyal hayatı ve tarihi için hayati önem taşımasından, insanın insanı ezmesinin köklerinin insanın hayvanları ezmesinde saklı olduğundan söz ediyorum. Bu bakış açısı, insanların ve hayvanların özgürlüğünün, mutluluğunun birbirine bağlı olduğunun altını çizerken, modern toplumlarda görüldüğü üzere insanların hayvanları kitlesel ve global ölçüde katletmesinin acı sonuçlarının da bir bir altını çiziyor. Fazla kabul görmese de , bu bakış açısı eleştirel bir kuram oluşturmak için hayati bir önem taşıyor; insan tarihine, hiyerarşinin (ataerkillik, kölelik ve ırkçılık) kökenleri ve dinamiklerine, savaşın ve şiddetin her yere dağılmış olmasına, sosyal ve çevresel krizlere, yaşanabilir bir geleceğin olmazsa olmaz koşullarına dair benzersiz fikirler öne sürüyor. Bu eleştirel toplum kuramı söz konusu yeni bakış açısıyla zenginleşirken, hayvanlardan yana tavır alan bu bakış açısının eleştirel bir sosyal kuramla desteklenmesi gerekiyor. Bu yeni kuram, modern dünyada kapitalist çıkar ve büyüme hırsıyla, despot devlet mekanizmalarıyla, dev şirketlerin çıkarlarına hizmet etmek için, muhalif insanları da ezerek, hayvanların nasıl sömürüldüğünü aydınlatırken, hayvanların, doğanın, ve toplumun ezilmesini nasıl meşrulaştırıldığını da gözler önüne serecek.

14-Sizi aşırılıkla ve terörist olmakla suçlayan eleştirilere ne diyorsunuz?
Aşırılık suçlamasına evet ama teröriste hayır. Ekstrem suçlarda, ekstrem kötülükle – şiddetle karşı karşıya olduğumuzda, serinkanlı davranışların bir etkisi olmuyor, bu yüzden ekstrem yanlışları durdurmak için ekstrem araçlar kullanmak durumunda kalıyorsunuz. Batılı çevre ve hayvan hakları hareketleri 30 yıldan fazla süredir kendilerini geliştirmiş durumda; ama bizler türleri, ekosistem ve doğal hayatı koruma babında kaybediyoruz. Makul ölçülere, özveriye, ve kurumlar aracılığıyla ağır ağır bir değişime davet eden bütün o çağrılar bu hareketi sırtından bıçaklayabilir, çok yetersiz de kalabilirler. Küresel kapitalizm ve biyolojik erimenin ortasında, “aklıselim” ve “makuliyet” sözcüklerinin anlamları , “ekstrem” ve “ radikal” eylemler hem gerekli hem de uygun görüldüğü müddetçe, 180 derece değişebilir.
Eko-primitivist Derrick Jensen’in gözlemlediği gibi “ boş hayallerden vazgeçmeliyiz, çünkü boş hayaller insanları gerçek olasılıklara karşı kör ediyor”. Toplumsal süperego bize saygılı davranmayı, kurallara göre oynamayı, sonsuza dek sabretmeyi ve kurumlar aracılığıyla bu mücadelenin yürütülmesi gerektiğini söylüyor; ama 19. Yüzyılda kölecilik karşıtı Lloyd Garrison’un sözleri şunun altını çiziyor: “ evi yanan bir adama gidip sakin sakin alarm düğmesine basmasını söyleyin; eşini sakin sakin kurtarmasını söyleyin; anneye bebeğini yangından sakin sakin kurtarmasını söyleyin; ama şu durumda bana sakın sakin sakin davran demeyin…”
Şimdi, gerçekçi olalım. “Şiddet” ve “ terörizm” sözcükleri İngilizce’de en çok suistimal edilen kelimeler; bunlar dev şirketlerin- devlet propagandasının ürünleri; medya tarafından anlamları boşaltıldı ve o kadar hegemonik bir hal aldılar ki Orwell’in “anlamın tersyüz edilişi” deyimine rahmet okutuyorlar; çünkü artık hak, adalet, merhamet mücadelesi suç ve terörizm adını alırken, masum varlıklara zulmeden, dünyayı zehirleyip onun ırzına geçenler, saygınlığın keyfini sürmekle meşgul.
İnsanlar ağzına dek yolcu dolu uçakları gökdelenlere çarpıp havaya uçuranlarla hayvan çiftliklerinden, hayvan üreticilerinden zulme uğramış hayvanları kurtaran insanlara aynı “ terörist” yaftasını yapıştırınca, kelime anlamını yitirmiş demektir. Dev şirketler ve devletler terörizm dilini belirlediğinde, bunun tek amacı propagandadır, kendi terörist davranışlarını örtme çabasıdır , kendi çıkarlarını tehdit eden herşeyi en hafif şekilde söylersek baskı altına almaktır. “Terörizm” bir sözcük değil , bir silah. Devlet bu sözcüğü muhalifleri damgalamak, onların haklılıklarını kötülükle eş tutarak şeytanileştirmek, kendi sebeplerini meşrulaştırırken onu her anlamda ve her araçla güvence altına almak için kullanıyor.
Ben terörizmi ideolojik, politik ve ekonomik sebeplerle masum bir varlığa yapılan kasıtlı şiddet hareketleri olarak tanımlıyorum. Bir insana zarar vermeyen, başkalarının acısına merhamet gösteren, başkasını zarar görmekten, şiddetten ve ölümden kurtarmak için kendi özgürlüğünü riske atan bir insandan herhalde çok tuhaf bir terörist olurdu! Terörist olan ALF değil, tam tersine dünyayı yağmalayan ve onun ırzına geçen küresel dev şirketler, ABD ve İngiltere hükümetlerinin savaş makineleri, kanlı formaları içerisindeki dirikesimciler, ve hayvan endüstrisinde payı olan herkestir. Bunlar, ideolojik, politik ve ekonomik hedefler için masum canlılara bilerek zarar verip onları öldürdükleri için teröristtirler.
Ancak çok fazla istihza var. Köpek yavruları sakat bırakılıp yüzleri yumruklandığında, maymunlar kafataslarını kıran kayışlarla bağlandıklarında, yavru kedilerin beyinlerine elektrotlar yerleştirildiğinde, tavşanlar ve Gine domuzları öldürücü dozda zehirli kimyasal maddelere maruz bırakıldığında bizlerden bunun terörizm değil de bilim olduğuna inanmamız istenir. Her yıl sadece ABD’de 10 milyar hayvan gıda endüstrisi tarafından insanlık dışı biçimlerde kafeslere tıkılıp öldürülürken, bizlerden bunun da terörizm değil bir iş olduğuna inanmamız istenir. Bu hasta ve şiddet dolu toplumda mülk hayattan daha kutsaldır; gerçek teröristler işkence ve cinayetin günlük hır gürü içerisinde “kötülüğün banalliği”ni (Hannah Ardent) yaşarken, bizlerden mülke zarar verenlere suçlu damgası vurmamız isteniyor. Bir eylemci hayvanları sömüren birinin bir kılına verdiği zarar karşılığında hayvanlardan denizleri dolduracak kadar çok kan akıyor; sonuçta, hayvan sömürüsü endüstrisi yerine eylemcilere terörist demek, anlam sapmasının ne boyutta olduğun gösteriyor. Minklere anal yolla elektrik vermekten veya hayvanlara yarısı ölene dek LD50 testi uygulamaktan, onları kimyasal maddelere maruz bırakmaktansa bir araştırma veya dirikesim laboratuarını ateşe vermek daha aşağılık bir şey gibi geliyor insanlara. Bir binanın kaybedilmesi türlerin ve yağmur ormanlarının yok edilmesinden daha önemli. ALF’nin kullandığı fiziksel şiddeti eleştirenler devlet terörizmi, hayvan katliamları ve küresel boyutlardaki çevre kıyımı karşısında sessiz kalıyorlar. Ölüm tehditlerini kınıyorlar; ama ölümü kınamıyorlar. Eylemcilerin sömürücülere fiziksel saldırılarda bulunmasını kınıyorlar; ama eylemcilere zarar verildiğinde kınamıyorlar. ABD zaten şiddet yanlısı nefret gruplarıyla dolup taşmış durumda- neonazilerden aşırı sağcı Hristiyan gericilere dek- hepsinin de şiddet dolu bir geçmişi var- mesela Oklahoma City’de yüzlerce insanı öldürdüler ama buna rağmen hükümet ülke içerisinde en büyük tehdit olarak ALF’yi gösteriyor. El-Kaide ve teröristler alenen ülkeyi tehdit ederken FBI, kedileri köpekleri kurtaran eylemcileri yakalamak için milyonlarca doları heba ediyor, yüzlerce ajan tutuyor.
İnsanları hayvanları ve Dünya’yı sömürenler “bilim adamı”, “araştırmacı” veya “işadamı” diye saygın bir isim alırken; bu iktidar sahiplerinin mülklerine zarar vermeye cesaret edenlere “terörist” ismi veriliyor. Bu, iktidarı tekelleştirenlerin anlamı da tekelleştirdiği, yozlaşmış bir semantik oyun.
İnsancıl ve uygar rolü yapmaya çok meraklı bu barbar toplumdan oluk oluk akan ikiyüzlülükler, anlamsızlıklar, çelişkiler, yalanlar, çürümüşlük o kadar yoğun ki, o kadar afallatıcı ve korkunç ki insan şok geçiriyor. Köleliğin özgürlük ve savaşın barış olduğu bu Orwell dünyasında mantığı ve gerçeği bulmak zor. Böylesine kınanması gereken ALF’nin taktikleri değil. Tam tersine kınanması gerekenler aslında hayvanları böyle canavarca sömüren endüstriler, çıkarlarını kurumlaştıran hukuki sistemler, hayvan haklarını lekeleyen medya patronları ve bütün bu tımarhaneyi yöneten devletlerdir.

15-O halde, size göre “şiddet” ne demek anlatır mısınız? Ve sizce şiddet kullanmak her koşulda daima yanlış mıdır?
Eğer şiddet başka birisine bile isteye fiziki anlamda zarar vermekse, o halde hiçbir bilinci olmayan, acı hissetmeyen bir şeyi nasıl “ yaralayabilir”, onu nasıl “acıtabilir” veya onu “suistimal” edebiliriz? İnsan nasıl olur da bir kamyona şiddet uygulayabilir, bir tuğlaya karşı nasıl teröristçe davranabilir, sprey boyayla bir laboratuarı ya da kürk çiftliğini nasıl terörize edebilirler?
Bu yapılamaz- tabii mülkün sahibi tersi şekilde etkilenmedikçe. Evleri, arabaları, ofisleri zarar görenler korku, anksiyete ve travma yaşayabilirler. Onların işleri, çevreleri, araştırmaları ve kariyerleri çok zarar görebilir, bu insanlar ekonomik, profesyonel, psikolojik ve diğer yönlerden zarara uğrayabilirler.
Kuşkusuz ALF kurbanı olmuş bir dirikesimci ya da kürk çiftliği sahibi açısından bunlar iyi şeyler değil; ama sabotaja “şiddet” doğru mu? Eğer “mental travma “ gibi bir şey içeriyorsa evet denebilir belki; ama sabotajın da engellemeye çalıştığı şey dsüşünüldüğünde daha az şiddet içerdiği söylenebilir, ya da şiddet olmadığı söylenebilir.Ya da bir adım daha ileri gidilerek savaş açanlara karşı uygulanan şiddetin (buna insanlara fiziksel saldırı da dahil) kabul edilebilir ve meşru bir şey olduğu söylenebilir.
Eğer inadına bir şiddet tanımı gerekiyorsa, bu tanım içerisinde “kişi” kavramı olmalı- duyguları olan ve “bir hayat öznesi” olan bir varlık . Hayvanlar sadece duygu sahibi değiller, psikolojik ve sosyal olarak da kompleks varlıklar olduğu için, en az insanlar kadar hayat öznesi olma durumundalar. Bu yüzden, bir hayvana verilmiş zarar bir insana verilmiş zarar gibi kabul edilirse, şiddet de öyle düşünülebilir. Ve eğer dev şirketlerin mülküne verilen zarar şiddet ise, ormanları yakıp yıkmak, mercan kayalıklarını ve okyanusların diplerini trol gemileriyle yok etmek, tonlarca kanser yapıcı maddeyi su yollarına akıtmak daha büyük ölçekte bir şiddet değil mi?
Sabotajcıları şiddetle suçlayanlar onların terörist olduğu sonucuna ulaşıyorlar, tabii bu arada kişinin meşru müdaafadan adil savaşa dek değişen ölçülerde şiddet kullanmasını meşrulaştıran durumlar olabileceğini idrak edemiyorlar. ALF terörist değildir çünkü 1) asla insanlara fiziksel anlamda zarar vermezler, 2)hayvanlara açılan savaşta doğrudan yer alan insanlar dışında kimseyi hedef almazlar.
Doğrusu, insanın meşru müdaafadan haklı savaşa kadar uzanan koşullar içerisinde şiddet kullanması ahlaken meşrudur. İnsan ALF’nin savunmasızları savunduğunu, haklı bir savaşta savaşan kişiler olduğunu, ve hayvanları sömürenlerin meşru askeri hedefler olduğunu söyleyebilir. Pasifistler şiddet içermeyen direniş metodlarının bütün büyük sosyal çatışmaları çözebileceğine inanır(ki çözemez), ayrıca insan hayatının da tartışmasız bir değeri olduğuna inanır(ki yoktur). Felsefi manada; aslanları, gorillaları, filleri öldürdüğü için ödüller kazanan şerefsiz bir Safari Club üyesi katilin hayatının ne gibi bir değeri vardır, öldürdüğü hayvanların hayatlarının değeri yanında? İnsanın öldürme “hakkı” bir hayvanın bu şiddetten uzak yaşama hakkından neden daha önde tutulsun ki?
Bütün bu yanlış tavırları bırakıp , bu ikiyüzlülükten vazgeçelim. Başka bir “kişi”ye fiziksel şiddet uygulamak her zaman doğru olmadığı gibi, her zaman yanlış da değildir. Masum insanları zarar görmekten ve öldürülmekten korumak için şiddet kullanmak meşru bir eylemdir. Nazi soykırımından Yahudi mahkumları kurtarmak için mülke zarar verilmesini ve şiddet kullanılmasını kim kınar ki? Direniş güçleri tren yollarını ve gaz ocaklarını havaya uçurdukları gibi, mümkün olan her an Alman askerini de öldürdüler. Bravo!
Ancak söz dönüp dolaşıp hayvanları zulümden kurtarmak için şiddet kullanmaya ve mülke zarar vermeye gelince, aniden bu yanlıştır diye bas bas bağırıyorlar, şiddeti övüyor destekliyor, bundan sonuç alınmaz diyorlar. Ben de bu türcü eleştirilere şöyle yanıt veriyorum: Neden? Nazi direnişçiler kahraman ama ALF direnişçileri terörist. Neden? İnsanları savunmaya gelince şiddet kabul ediliyor da hayvanlar söz konusu olunca neden edilmiyor? Bu büyük tutarsızlık her aklı başında ve önyargısız insanı utandırmalı, hele de hayvan severler bunu söyledi mi bundan ala rezillik olmaz herhalde. Bu aslında, insanların lehine yapıldığında övgüye değer bulunan, cesur diye nitelenen sıradışı eylemlerin söz konusu hayvanlar olunca birdenbire hor görülmesi, küçümsenmesi biçiminde görülen, maskeli bir türcü davranış örneği.
1976’dan itibaren ALF hayvanlara zulmedenlere ve onları savunan devlete savaş açmış durumda; ama bu çatışmayı da başlatan ALF değil. ALF hayvanları sömürenlerin çok öncelerde başlattığı bir savaşa sonradan katıldı, savaşı başlatmadı. Eğert birisi başka birisini başlattığıbir savaşa ister istemez katılırsa, o zaman yaptıkları meşru müdafaadır ve eylemleri de meşrudur. Hayvanların da meşru müdafaa hakları var; ama kendilerini savunamadıkları için (tabii fillerin ve kaplanların haklı olarak eğitmenlerini öldürdüğü durumlar hariç) insanlar hayvanlardan yana tavır almak zorundalar. Ve eğer bir hayvanı şiddetten kurtarmak için şiddet gerekiyorsa o halde şiddet meşru müdafaa için geçerli bir araçtır. Eğer istenirse, buna genişletilmiş meşru müdafaa da denebilir, çünkü insanlar çok zulme uğramış, incinmiş bu kendilerini savunamayan hayvanlar adına taraf tutuyorlar.

16-Herşeyi toparlarsak, bize içinde bulunduğumuz büyük resmi anlatabilir misiniz?
Açık olalım: Reform için değil, köleliğin sona erdirmek için de değil, insancıl sahipler için de savaşmıyoruz, bizler bir devrim için mücadele ediyoruz. Hayvan hakları insanın duyup duyabileceği en radikal fikirleri savunuyor: hayvanlar gıda için, giyecek için, kaynak olarak ya da eğlenme amaçlı kullanılamazlar. Amacımız, hayvan sömürüsünden çıkar sağlayan güçlü kurumları, kemikleşmiş tavırları ve davranışları değiştirmek.
Görevimiz hümanizmin o konforlu sınırlarını aşıp ahlaki tavırlarda ciddi bir değişiklik talep ettiği için özellikle zor. İnsanlardan sadece kendi türlerinden varlıklara ait fikirlerini değil, tür sınırlarının da ırk ve cinsiyet sınırları gibi son derece keyfi olduğu gerçeğini idrak etmelerinde ısrar ediyoruz.
İnsanlardan ahlaki çıtalarını akıl sahibi olmak ve dil konuşabilmekten, duygu hissedebilme ve bir hayat öznesi olma çizgisine yükseltmelerini istiyoruz, bu bizim görevimiz.
Hayvan hakları insanlığın ortaya koyduğu en yüksek ahlaki gelişmedeki bir sonraki adım- tabii ki eşitlik, demokrasi ve haklar konularıyla beraber. Kendimizi gezegene hükmeden yarı tanrılar olarak görme hastalığımız, yerini geniş bir canlılar ağı içerisinde oraya ait olma ve bu anlamda birbirine bağlı olma gibi daha mütevazı ve bütüncü bir kavrama bırakmak zorunda. Hakimiyetçi ve tür ayırıcı kimlikler bizleri felaketin eşiğine sürüklüyor. Eğer insanlık ve canlılar dünyasının bir geleceği olacaksa insanlar bütün hayat biçimlerine saygı duyan bir evrensel etik sahibi olmak zorundalar.
Büyümek hem zordur hem de sancılı, insan türü ahlaken henüz çok toy , psikolojik olarak da arızalı. İnsanlar biotopluluğun vatandaşları olduklarını , onun fatihleri olmadıklarını öğrenmek zorundalar, biotopluluğun tamamına karşı sorumlulukları var.
Aydınlanmanın anlamı değişiyor. 18. Yüzyılda Aydınlanma, dini dogmaları ve zorbalığı yenmek anlamına geliyordu; 20.yüzyılın sonlarına doğru ırkçılığı, cinsiyetçiliği, homofobiyi ve diğer önyargıları yenmek anlamına geliyordu; ve şimdi , 21. Yüzyılda Aydınlanma, türcülüğü aşmak ve bütün hayat biçimlerini onore eden evrensel bir etik sahibi olmak demek.
Hayvan özgürlüğü mücadelesi insanların kafa yapılarında, değerlerinde, pratiklerinde ve alışkanlıklarında radikal değişiklikler talep eder; çünkü sömürü ilişkilerine dayanan ekonomik sistemlerin ve sosyal kurumların da temelden değiştirilmesini ister. Diğer türlerin özgürlüğünü talep eden bu yeni mücadele; hakları, demokratik bilinci, psikolojik gelişmeyi, ve insanın türler arası biyolojik bağın farkında olması gerçeğini daha çok geliştirme potansiyeline sahip.
Sadece eğitip, ajite etmemeli ya da aydınlatmamalıyız, zorlamalı ve korkutmalıyız da; çünkü ahlaki gelişim sadece böyle nazik itiklemelerle ya da ikna çabalarıyla olmaz. Toplum tutucudur, değişim de güçsüzlerin kayıtsızlığı yüzünden ya da güçlülerin çürümüşlüğüyle engellenir. Bazen toplumun geleceğe doğru itilmesi gerekir, ve adalet de zamanın en ilerici insanları tarafından bu cehalet ve konformizm engelleri arasından zorlanarak hayata geçirilmek zorunda kalır. Doğrudan eylemler ve sivil itaatsizlik , ilerici değişimler için olmazsa olmaz katalizörlerdir.
Ayrıca reformist ve tek konuya odaklı stratejileri de bırakmak zorundayız, bunlar Smithfield Foods’un ve HSUS’un hisse senetlerini yükseltir, ve sözde “başarılar” sağlar, zorlama kanunlaştırmalara sebep olur; artık arkada oturmayacağız, hayvan özgürlüğü politikaları artık devrimci mücadelenin ön sıralarına geçecek- mücadelelerimiz ve talep edilen değişiklikler ahlaki aydınlanmamız için, ekolojik hayata döndürme çabaları için, sosyal adalet için hayati öneme sahip. Hayvan özgürlüğü savunucuları Sol eleştirilere yaklaşıp sosyal adalet hareketlerle güç birliğine gitmeli, tabii Solcu, sosyal adalet ve insan hakları savunucuları da politik üslerini ve koalisyonlarını genişletmek zorundalar.
Toplum, ekonomik, politik, eğitim kurumlarından ulaşım sistemlerine , enerji teknolojilerine ve tüketim biçimlerine dek her cephede değişmek zorunda. Sosyal, politik ve ekonomik değişimlerin sadece kendisi yetersiz, eşit derecede derin psikolojik değişimlerin de aynı anda meydana gelmesi gerekiyor; insan kimliklerinde bir Kopernik devrimi yaşanmalı- dünyanın kendilerine ait olmadığını, kendilerinin dünyaya ait olduğunu idrak etmeli insanlar.
Böylece , devrimci bir değişim varoluşun bütün katmanlarında görülmeli; insanlara, hayvanlara ve dünyaya hakim olma biçimlerinin birbirlerine nasıl da bağlı olduğuna işaret edebilmeli. İnsanın insana, insanın hayvana ve insanın doğaya her türden hiyerarşik biçimde hakim olup onu ezmesine son verilmeli. Toplumlarımız şehir şehir, topluluk topluluk yeniden inşa edilmeli. Her türden önyargı ve ayrımcılığı- sadece ırkçılığı , cinsiyetçiliği ve homofobiyi değil- tür ayrımcılığını, hümanizme sinmiş yalanları, çirkinliği ve şiddeti de elimine etmeliyiz.
Doğal dünyadaki bu kriz, sosyal dünyadaki krizlerin bir sonucu. Dev şirket elitleri ve onların hükümetteki uşakları; iktidarı merkezileştirmiş, zenginliği tekelleştirmiş, demokratik kurumları yıkmış, ve muhaliflere karşı zalim, şiddet dolu bir savaş başlatmış durumda. Doğanın dev küresel şirketler tarafından yok edilmesi, asimetrik ve hiyerarşik sosyal ilişkilerin bir sonucu. Kapitalist güçler, sosyal ve doğal dünyaları sömürmek için politik, hukuki ve askeri sisteme el koyar. Hayvanların ve doğanın sömürülmesi sosyal problemlerden kaynaklandığı için sonuç olarak gene sosyal çözümler gerekiyor.Yıkıcı politikalar, bütün bu sömürüye sebep olan, ondan çıkar sağlayan, onu besleyen iktidar sistemleri ve kurumlar değişmeden ortadan kaldırılamaz. Uluslararası dev şirketlerin sömürücü politikalarının yoksulluğa sebep olduğu Brezilya ve Güney Afrika gibi ülkelerde insanlar hayatta kalabilmek için ağaçları kesiyor, hayvanları öldürüyorlar. Bu yüzden hayvanların katledilmesini, doğanın teczvüze uğramasını sone erdirmek için yoksulluğun köklerine işaret edilmeli, hayvanların özgürlüğünün insanların özgürleşmesinden ayrı tutulamayacağının da bilincine varılmalı.
O halde hayvan özgürlüğü uğruna etkili bir mücadele yapabilmek için yoksulluk, sınıf, politik yozlaşma, nihai olarak küreselleşme ve uluslararası dev şirketlerin yarattığı eşitsizlikleri de ele almak gerekiyor. Marks, Bakunin, Kropotkin, Frankfurt Ekolü, Gramsci, feministler, ırkçılık karşıtları, küreselleşme karşıtları ve diğerlerinden elde edilmiş sol bir gelenekle ortak kaynaklara işaret etmek anlamına geliyor bu. Anakronizmleri ya da sınırları ne olursa olsun, Marks; özel mülkiyetin, pazar sisteminin, dev tekellerin çıkarlarını savunması için parlamento sistemi kuran devletin, kapitalizmin mantığını ve doğasını anlamak için çok önemli, vazgeçilmez kavramlar, metodlar ve araçlar sağladı bizlere.
İnsan ve hayvan özgürlüğü hareketleri birbirinden ayrılamaz; çünkü hepsi özgür olmadan hiç biri özgür olamaz. İnsanlar hayvanları sömürdüğü sürece huzurlu, insancıl ve sürdürülebilir toplumlar geliştiremez, aynı şekilde hayvanlar da toplumlarda derin psikolojik ve kurumsal değişiklikler yapılmadan özgürlüklerine kavuşturulamazlar. Bu değişiklikler basit reformlardan çok , hem hayvanları hem de insanları sömürerek çıkar sağlayan uluslararası kapitalizm yapılarının yok edilmesini gerektiriyor.
Modern koşullarda; insan, hayvan ve ekolojik dünyada yaşanan krizler; sınıf hakimiyeti, sürdürülemez büyüme hedefleri , politik eşitsizliklerle doğrudan bağlı kitlesel ekonomik eşitsizliklerin belirlediği bir politik bağlamda ortaya çıkıyor.
Hayvanları savunan hareketler kafa yapısı ve taktikler açısından tek konuya odaklı biz çizgi izliyor. Hayvan özgürlüğü hareketi kapitalizme karşı yürütülen küresel çapta bir mücadelenin bir parçasıdır, bunun altı çizilmeli. Çünkü bugün hayvanların köleleştirilmesinin kökeninde çıkar sağlama ve kapitalist anlamda büyüme amacı var. Her ne kadar tür ayrımcılığı (cinsiyetçilik ve ırkçılık gibi) tarih olarak ,sınıf sistemlerinden, moderniteden daha eskilere gitse de, kökleri daha derin olsa da, kapitalizm bir çok şekilde, aynen ırkçılık ve cinsiyetçilikte olduğu gibi, bu ayrımcılığı güçlendiriyor. Bunlar; kapitalist nesneleştirme, çıkar, büyüme prensiplerinden tut onun mekanistik ve amaç aracı meşrulaştırır gibi görüşlerine dek bir çok değişiklik gösterir. Hayvan özgürlüğü ,artık kontrolden çıkmış bu küresel kapitalizm içerisinde tam olarak idrak edilemez, bu yüzden her türlü hiyerarşiye ve sınıf hakimiyetine karşı yürütülen daha büyük bir mücadelenin parçası olmak zorunda.
Yeni bir devrimci politika, anarşist geleneklerin, demokratik liberter sosyalist başarıların üzerine kurulacak. Radikal yeşil, feminist ve buralı mücadeleleri bir araya getirecek. Geliş-ya da-öl mantığına ve küresel kapitalizme karşı mücadelede insanların-hayvanların-dünyanın temel alındığı bakış açılarını da katacak.
Radikal politikalar; her alanda merkeziliği kırmak ve demokratikleşme sağlamak; temel haklar çıtasını bu gezegeni beraber paylaştığımız diğer hissetme yeteneği olan canlıları da kapsayacak şekilde yükseltmek için, devletin, medyanın , dev küresel şirketlerin iktidarını ters yüz etmelidir.

İster insan hakları ister hayvan haklarıyla uğraşalım, isterse çevreci bir bakışla bakalım sadece; dünyanın her neresinde ve hangi kültürde olursak olalım, bizler, insanların, her yerde aynı temel haklara sahip olmak için, küresel kapitalizme, devlet hakimiyetine, militarizme ve her türden hiyerarşik yapıya karşı savaştığını kabul etmeliyiz. İnsanların, hayvanların ve dünyanın egemenlik altına alınması, aynı hiyerarşi patolojisine, amaç aracı meşrulaştırır mantığına yaslanıyor. Bunun tamamen ifşa edilmesi ve değiştirilmesi, bugüne dek yaratılmış herşeyden daha geniş açılı , daha derinlikli bu yeni kuramla ya da ittifak politikalarıyla mümkün.
İnsan/hayvan özgürlüğü denkleminde daha geniş politikalara ve bakış açılarına ihtiyaç var. Yeni diyalog biçimlerine, yeni öğrenme biçimlerine, yeni stratejik ittifaklara ihtiyaç var. Her bir hareketin diğerinden öğrenecek şeyleri var. Hiyerarşinin, hakimiyetin ve çevresel katliamın dinamiklerine dair yeni öngörüler edinmenin yanısıra, Solcular, günlük hayatlarında hayvanları sömürürken, türcü ideolojileri desteklerken , bütün gezegeni tehdit eden tür kırımın görmezden gelirken savundukları barış, şiddete hayır, merhamet, adalet gibi değerlerin bu tavırlarıyla büyük bir tezat oluşturduğunu anlamak zorunda. Hayvan hakları toplulukları, genellikle politik anlamda naiftir, tek konuya odaklıdır, hayvanların sömürülmesini gerçek manada aydınlatacak ve buna son verecek türden sistemli bir anti-kapitalist kuramdan, politikadan da yoksundur. Sol’dan bu konuda faydalanabilirler.
Bugüne dek bütün adalet mücadeleleri görece kolay oldu; ama artık ciddi bir mücadelenin içindeyiz, hatta bir savaş yaşıyoruz, insan köleliğini bitirmek için yapılan mücadeleler nasıl uzun zaman aldıysa bu mücadele de uzun sürecek, ve daha da şiddetli bir hal alacak. Hayvan özgürlüğü en zor özgürlük mücadelesi; çünkü türcülük ta herşeyin en başından beri var, hem de evrensel kabul gören bir görüş. Türcülük belki de herhangi bir hiyerarşi türünün ilk örneği, bütün insanlık tarihine ve gezegene de yayılmış durumda. Sorun Batı kültürüyle veya modern dünyayla alakalı değil, sorun insan türünün kendisi, çünkü istisnalar hariç insanlar yıkıcı, şiddet dolu ve emperyalist bir tür.
İnsanların hayvanları sömürmesi büyük çıkarlarla alakalı. İnsan bu hakkı kendilerine Tanrı’nın verdiğini düşünüyor kendine. Bu tavırları değiştirmek insan bilincinin sinir merkezini değiştirmek demek. İşte bu bizim görevimiz-ne çoğu, ne azı.
Değişebiliriz; değişmek zorundayız. Doğanın bize mesajı şudur: “evrim geçir ya da öl”.
Dr. Steve Best,
El Paso’daki University of Texas’ta eski Felsefe Departmanı Bölüm Başkanı. Felsefe, kültür eleştirisi, sosyal kuramlar ve hayvan hakları konusunda bir çok kitabı ve denemeleri var.