Laura Moretti
Ormanda çok yağmur yağdığı zaman, Endonezya- Mentawai kabilesindeki insanlar ağaçlardan inşa ettikleri kulübelerinde hem ısınmak hem de güvende olmak için bir araya geliyorlar. Bambu ezmesi, ve arada bir yakalayıp şişmanlaması için bir bölmeye kapattıkları ve hep beraber öldürdükleri yaban domuzunu da yiyorlar.
Bu kabiledeki insanların dünyayla ilgili sıradışı bir bakışı var: hayvanların ve bitkilerin ruhları olduğuna inanıyorlar. İnsan dışındaki canlıların da ruhu olduğu için Mentawaililer tanrılarına bu ruhların içinde yaşadığı vücutları neden yok ettiklerini bir şekilde açıklamak zorundalar. Ve böylece öldürme ayini- ister bir ağaç isterse bir domuz olsun- derinden hissedilen bir özürle başlıyor.
Endonezyalı bu kabile insanları modern dünyanın kalplerini kırdığını söylüyor; çünkü bizim o sözde uygarlığımıza doğru yol aldıklarında ne hayvanların ne de insanların ruhları olmadığını öğreniyorlar.
Örnek vermek gerekirse…meselâ, biftek. Kendisinden geldiği canlıdan öylesine kopuk ki. Toplu hayvan öldürmek yok, özür yok. Doğayla bağımızı yitirdik, bizi bir zamanlar huşu içinde bırakan, bize ilham veren hayvanlarla bağımızı kaybettik. Bugün onların adı artık Whopper menü; kadife gibi, üzeri bol soslu, jelatinli şeyler. Ve yarattığımız şeylerin adı bu ise aslında onların gerçek adını hiç işitmiyoruz: domuz derisi, buzağı ciğeri, kuzu. İşte böylesine kaybolmuşuz. Parçalanmış hayvanların kendileri görünmez hale gelmiş. Asla görmüyoruz onları, asla bilmiyoruz, asla onlar için acımıyor içimiz.
Özür yok.
Bunu en net insanlar hayvan yemeyi savunduğunda görüyorum. Aktif bir hayvan hakları aktivisti olarak hiç çabalamadan kendimi hayvan haklarıyla ilgili konuşmalara dahil olmuş buluyorum- bir manavla, ya da kuzenimle, bir kasapla ya da. “Yaşamak” için ne yaptığımla ilgili sorular ister istemez hayvan haklarıyla ilgili felsefi tartışmalarla son buluyor. Son zamanlarda biraz değişse bile konuştuğum çoğu insan hayvan eti ve hayvan sıvısının insanın beslenmesi için gerekli bir kötülük olduğuna inanıyor. Ancak bu insanlar masalarını etin süsleme sürecinden öylesine habersiz ki neredeyse bu sürecin nasıl meydana geldiğine dair hiç bir fikirleri yok. Çoğu insan insancıl kesimini bir standart olduğuna inanıyor. Çok az insan bu terimin kendi içinde bir çelişki olduğunu kabul eder..
Ama fark eder mi? Umursarlar mıydı bunu anlasalardı? Benim gördüklerimi görebilseler, işittiklerimi duyabilseler, hissettiğim acıyı hissedebilselerdi, bakış açılarını değiştirirler miydi? En azından bütün o gaddarlıklar ve bütün o gereksizlikler için bir özür dilerler miydi? Sonuçta, insan aynı anda hem bir şeye bağlanıp hem de ondan kopamaz.
Gene de bu ikilem beni şaşırtıyor.
Eğer hayvanlar insanların hayatta kalması için böylesine önemliyse neden onları bu kadar aşağılıyoruz? Neden hamburger poşetlerine mutlu yüzleri olan inekler çiziyoruz? Eğer onlara bu kadar ihtiyacımız varsa- eğer bizim hayatlarımızın onların ölümlerine dayandığına bu kadar ısrar ediyorsak- onları neden böylesine küçümsüyor, böylesine aşağılıyoruz?
Neden, o zaman, onlara tapınmıyoruz? O kadar mı ruhsuzuz?
Mentawai kabilesinin domuz öldürmesini savunduğumu söylemiyorum ama sözde modern uygarlığımızın öteki hayvanlara klinik, kopuk ve aşağılayıcı bakışı ve davranışında bir şey eksik. Hayvanlar, hayvanların zekâları ve hassas oluşları hakkında daha fazla şey öğrendikçe onlara daha az saygı duyduk. Artık o üstün ve ilahi güce sahip canlılar değiller hayvanlar bizim için. İkon değiller, ilah değiller, idol değiller.
Onları aslında oldukları şeyin tahtından aşağılara indirdik: yaşayan, nefes alan, hisseden, ihtiyaç duyan, isteyen, düşünen, düş gören, akıl yürüten, hürmet hak eden, hayat sahibi olma hakkı olan canlılar değiller artık.
Hayvanlar gözden düştüler. Onların hayatları, acıları, hakları küçültüldü. Göz ardı edildi. İhlal edildi. Çarpık bir değer anlayışımız var. Yani, Mentawai kabilesinin deyişiyle, bizim ruhumuz yok.
Çev.Cem