Bir kedinin gezegen üzerindeki ya da soyut bir evrende kendi varlığının farkında olmaması ya da kedinin etrafında vızıldayan sineğin kedinin içinde bulunduğu evin ya da içinde bulundukları şehrin farkında olmaması gibi, sineğin içinde yaşayan bir virüsün içined yaşadığı sineğin dahi farkında olmaması gibi, işte bu varlıkların hepsi de insan yaratılarının ve soyutlamalarının işlevlerini ve örüntülerini tamamen algılamada ya da çözümlemede yetersiz kalabilirler- zaman ve mekânı kavrayışımızla yaşamaya devam ederken algı ve kavrayışımızın çok ötelerinde bulunan şeyler tarafından çevrelenmiş, içimiz dışımız dolmuş, cüceleştirilmiş bir hâl içerisinde bulunuyoruz. İstatistiksel olarak bile, insan algısı diğer algı sahibi özneler karşısında yenik durumda. Biyolojik donanımımızın sınırları içerisinde yaşıyoruz; beş ya da altı duyumuzla. Ve ancak bize verilen bu duyularla diğer varlıkları arayabilir ya da karşılaştırabiliriz.
İnsan-merkezli, insanmerkezci fiziksel ve bilişsel becerilerimizi en istendik zekâ standardı olarak kabul etmek ancak bir ukalâlık olur. Ayrıca ağaç, tarantula ve termit gibi diğer organizmaların bilim adamlarımızın onlardan faydalanmak gibi amaçlarla net bir biçimde kategorilere ayırabileceği robotik jestleri bulunan otomatonlar olduğunu kabul etmek de bir kibir işareti.
Doğa, artık insan yapımı çevreler içinde anlamlı ve ruhsal bir anlam taşımıyor. Tam tersine, bu kültür, insan olmayan herşeyi(ve çoğu kez, iktidar sahibi olanların daha az şey hakettiğini düşündüğü insanlar da dahil) sömürülecek bir kaynak paketine indirgemeyi amaçlamış bulunuyor. Bu kültür fiziksel manipülasyonda çok yetenekli olduğu için ( uygarlığımızın son 10 bin yıl içerisinde biyosfere nasıl bir darbe vurduğunu düşünün) çoğumuz gezegenin böylesine devasa bir şekilde yutulması ve eksen kaydırmasına büyük bir üstünlük ve ilerleme, kalkınma işareti olarak bakarak bu süreçleri doğallaştırıyoruz.
“Filler bir süperbilgisayar yapana ya da rakunlar yasa yazana veya penguenler stokmarketlerde kaynaklarını soyut sunumlarla satışa çıkarana dek insanları zeki kabul edecek ve diğer bütün varlıkların aptal olduğuna ikna olmaya devam edeceğiz” şeklinde bir düşünce, kendini zekî sanan bir çok insandan duyabileceğiniz bir söz olabilir; ama radyo dalgaları gibi basit bir şey bile biz hiç farketmeden üzerimizden akıp gidiyor.
Bir araç onu yorumluyor ve algılayabileceğimiz bir diyalekte dönüştürüyor. Acaba yorumlamak için araçlarımızın olmadığı, kavramak için donanıma sahip olmadığımız başka ne tür fenomenler var? Acaba bir şeyin niteliklerini ifade etme yeteneğimizin çemberleri dışarısında var olabilen başka neler var? Acaba biyolojik sözlüğümüzün ötesinde neler var- bu gezegenin bu fenomenleri yorumlamak için bize sunduğu materyallerin ötesinde ne tür materyaller var, bilebileceğimizi ya da gözlemleyebileceğimizi, biyolojik olarak algılayabileceğimizi sandığımız şeylerin ötesinde neler var? Olasılıklar sonsuz, hayâl dahi edilemez ve hepsi de insanı mütevazı olmaya çağırıyor.
Eğer hiç birimiz göremeseydik, o zaman görmenin ne demek olduğunu nasıl bilebilirdik, görmenin de dahil olduğu bir algı düzeyi olduğunu nasıl bilebilirdik? Sesi göremiyoruz; ama sesin etkilerini görebiliyoruz, belki titreşen bir şey – belki ses dalgalarının görsel temsili sadece, ama var olduklarını biliyoruz. Peki ya, bir veya iki değil de bütün algılarımızın algılama seviyelerinin ötesinde ne tür fenomenler var dersiniz? Zekî olmadığını, önemsiz olduğunu düşünerek bir kenara attığımız organizmalar ya hiç farkedip algılamadığımız bu fenomenlere karşı duyarlılarsa?
Şimdi o kediye, sineğe ve virüse dönelim. Bu varlıkların bizim kavramayacağımız (çünkü ancak bedenimizdeki ve biyolojik aletlerimizin sınırlarıyla karşılaştırabiliriz) donanım ve yazılımlara sahip olması olasılığı ve onların bizim algılayamayacağımız düzeylerde işlevlerini yerine getirme olasılığı gerçek bir olasılıktır.
Algılarımızın dışında var olan fenomenlere ruhsallık adını verebilir miyim? Yoksa doğa üstü adını vermek, bize daha fazla bir emniyet hissi mi veriyor? Karınca kolonilerini düşünün. Göçleri. Balık gruplarını, böcek kolonileri , okyanustaki memelilerin navigasyonunu düşünün. İnsan türünden olmayan canlılar algılayamadığımız düzeylerde işlevleri hayata geçiriyor olabilirler, bir olasılıkla öyleler. Kendimizi bu algıları ve yetenekleri onlarla paylaşmadığımız için daha az zeki kabul etmiyoruz; ama yeterince bizim gibi olamadıkları için o canlıların yaşama arzularına saygı duymak, insan standartlarına maruz bırakılmadan kendi eylemlerini sürdürmelerine izin vermek yerine çifte standardımızla onların sömürülmelerini meşrulaştırıyoruz.
Soru: Bir ekosistemin başarılı bir üyesi olmak bir zekâ işareti midir- yani kendi yaşamını desteklemek için niş’inin yeteneğini yok etmemek bir zekâ işareti midir? Görünen o ki kendi nişlerini aşan organizmalar ölüyorlar. Eğer popülasyonları aşırı artarsa, aşırı tüketirlerse, kendi yuvalarını aşırı sömürürlerse, işte o zaman artık ölmeye eğilimleri oluyor. İnsanların burada birkaç milyon yıldır bulunduğunu göz önüne alırsak ve uygarlığımızın çok kısa zamandır burada var oluşunu düşünürsek, çok fazla şeyi yok ettiğimizi dikkate alırsak, o zaman zekâ ve kalkınma denen şeyin ne demek olduğunu bir kez daha düşünmemiz gerekir diyorum.
http://www.thediscerningbrute.com
Çeviri: CemCB